Esirden Fotonlara

Esirden Fotonlara

Reinhard Eichelbeck

           “Eskiler ışığa saygı gösterdiler ve taptılar, biz ise analiz ettik, büyüsünü bozduk ve uysallaştırdık. Buna rağmen hiçbir bilim adamı, onun gerçekle ne olduğunu bilemiyor: Işık. Bu yazı, kuantum fiziğinden metafizik aydınlanmaya kadar ışığın tüm yönlerini yansıtmayı amaçlayarak hazırlanmıştır. ”

Işık. O kadar bildik, o kadar alışıldık olmasına rağmen asırlarca süren araştırmaların ardından bile, asıl varlığı halen bir bilmece. Işık, şekilleri görünür kılar. Işıksız, gören göz dahi görmez olur. Madde ile çarpıştığında, renkleri meydana getirir. Renkler ışıktan yapılmıştır. Ve onlar, maddeyi temaslarıyla uyandırdıktan sonra tekrar ona dönerler.

“Renkler,” diye yazıyor Johann Wolfgang von Goethe, “onlar ışığın acıları ve eylemleridir.” Fakat ışığın yapabildikleri sadece bunlar değildir.

Araştırmaların gösterdiklerine göre; doğru ışık bizi iyileştirirken, yanlış ışık bizi hasta etmektedir. Fakat acaba hiç bunu düşünen ya da buna uyan bir kimse var mıdır?

Eskiler ışığa saygı gösterdiler ve taptılar, biz ise analiz ettik, büyüsünü bozduk ve uysallaştırdık; sadece tek bir düğmeye basarak ışığı uygun adıma zorladık: Ya onu ince bir ölçüm aracı yaptık ya da diskotek müziği eşliğinde lazer gösterileri sergiledik. Yine de günümüz bilim adamları, ışığın gerçekte ne olduğunu henüz tam bir kesinlik içinde tanımlayamamaktadırlar. Hakkında söyleyebileceğimiz ancak onun tesirleridir: Işık, sadece bitkiler için değil, bu gezegen üzerindeki tüm yaşam için temel bir ihtiyaçtır; şifadır, besindir. Ve bu, büyük bir olasılıkla tüm evren için de geçerlidir. Canlı varlıklar sadece ekmek ve yiyecekle beslenmezler, bunların yanısıra aslında özellikle ışıkla beslenirler. Dünya üzerindeki canlı varlıkların gelişimi için en önemli temel kaynak, bitkilerin fotosentez sayesinde ışıktan elde ettikleri enerjidir. Işığa gereksinim duyanlar sadece bitkiler değildir; aynı şekilde hayvanlar, bakteriler, mantarlar ve elbette insanlar da ona gereksinim duyarlar. Günümüzde bir dizi tıbbi araştırma ve doktorların asırlardır edindiği tecrübeler bize kesinlikle göstermektedir ki, ışığın (güneş ışığının) yokluğu birçok fiziksel ve ruhsal hastalığa sebep olmaktadır.

Işık enerjidir, ışık bilgi aktarır. Bundan, insanlar ile birlikte tek hücreliler de faydalanır. Hücreler, daha doğrusu büyük bir ihtimalle tüm canlı varlıklar, sağlıklı oldukları sürece, sadece kimyasal mesaj-iletici- elementlerle veya hormon ve benzerleriyle değil, “biyofotonlar” ya da “aşırı düşük hücre ışıması” denilen ışık vasıtasıyla iletişim sağlarlar. Ancak, örneğin kanser hücreleri, bu iletişim umudundan vazgeçmişlerdir ve tıpkı insanlarda olduğu gibi tek ilgileri, etraflarını hiç umursamadan sınırsız bir biçimde çoğalmaktır.

 

Şifa Veren Güneş ve Modern Renk Terapisi

Aşırı ışık diğer faktörlerle birleştiğinde kansere yol açar fakat doğru kullanıldığında da iyileştirebilir. Güneşin şifa verici tesirleri antik çağın hekimleri tarafından bilinmekteydi ve 19. yüzyılın son dönemlerinden beri renk terapisinin çeşitli yöntemleri çağımızda da tanınmaya başlandı. Kanser tümörleri bile (yeni araştırmaların gösterdiği gibi) özel yöntemlerle uygulanan ışığın şifa verici gücüne karşı koyamamaktadır. Şifa veren elleriyle birçok hastaya yardım edebilen insanlar, büyük bir olasılıkla bunu, ellerinden akan ışığın yardımıyla gerçekleştirebilmektedirler. Işık, özellikle renkli ışık, insanın ruh haline ve onun hücre değişimine, hormon salgılarına, algı yetilerine, kısacası onun hal ve sağlığına tesir etmektedir.

Evet ışık iyileştiricidir, ışık hayati bir önem taşır fakat acaba aslında nedir bu ışık?

Ansiklopediler bize diyor ki: Işık; devasa elektromanyetik dalgalar tayfının gözle görülebilir en küçük bölümünün dalga boyu alanı 400 ila 800 nanometre (metrenin milyarda biri) olanıdır. 800 nanometrenin üstünde kızıl ötesi (IR-enfraruj) ve 400 nanometrenin altında ise mor ötesi (UV-ultraviyole) ışınları bulunmakta, burada “ışık”tan olduğu kadar “ışınım”dan da söz edilmektedir.

Konuyla ilgili kitaplara göz atıldığında, ışığın genelde üç yönde işlendiğini görmekteyiz: Fizik, biyoloji ve metafizik. Fiziğin ve biyolojinin bakış açısı “dış ışığa” denk düşer; elektromanyetik dalga olarak ışık ya da enerji veya enformasyon taşıyıcı ışık. Metafizik görüşün araştırdığı ise “içsel ışık”tır. Bununla kastedilen ise mistiklerin duyumsadığı ışık (aydınlanma) deneyimleri ve ışık fenomenleri ile birlikte tıbbi olarak ölmüş ve yeniden hayata döndürülen insanların yaşadıklarıdır. Işığın tüm bu türleri, kendi yöntemiyle iyileştirici tesirler taşırlar.

Atalarımıza göre ışık daha çok metafizik bir olguydu. Tanrısal bir nitelik taşıyordu; gün ve gecenin büyük fenerleri olan güneş ve ay ile birlikte, gökteki yıldızlara ve gezegenlere de tanrı olarak tapınıldı. Bu tapınmanın temelinde yatan anlayışı en güzel bir biçimde ölümünden az bir süre önce, Goethe’nin Akkermann’a söylediklerinde bulabiliriz. “Eğer bana, güneşe tapmamın doğamdan olupolmadığım sorarlarsa, onlara defalarca şöyle cevap veririm: Elbette! Çünkü yüce olanın zuhurudur o, hem de biz dünya çocuklarının algısına sunulan en kudretlisi. Ben ondaki ışığa ve Tanrı’nın yaratıcı gücüne tapıyorum. Bitkiler ve hayvanlarla birlikte sadece onun sayesinde yaşar, oluşturur ve var oluruz.”

 

Işığın Gerçek Varlığı: Bir Bilmece

Eski Sümer’liler ve Babil’liler de güneşe taparlardı. Kelt’ler ve Germen’ler de güneşe bir tanrı olarak saygı gösterirlerdi. Aynı şekilde İnka’lar ve binlerce insanı kesip, onların titreyen kalplerini güneşe kurban eden Aztek’lerin inançlarına göre de, yaptıkları bu törenler güneş gücünün sürekliliğini sağlamaktaydı. Bu örf (eğer gerçekten uygulanmışsa) muhakkak ki, büyük bir yanlış anlamanın eseridir ve ruhsal bir tebligatın yanlış yorumlanmasından kaynaklanmıştır. Bu öğüdün aslında kalplerini güneşe adamalarını önerdiğini anlasalardı, esas yoruma ve manaya işte o zaman ulaşmış olacaklardı.

Mısır’lılarda güneş; Tanrı Ra’nın (ya da Re) varlığında, İlahlar Panteonunun en üst noktasında yer almaktaydı. Onun bakışı ışığı yaratır: “Gözlerini açar ve ışık olur; eğer gözleri kapanırsa, karanlık iner aşağıya,” diye bildiriyor MÖ. 13. yüzyıldan kalan papirüsler. Mısırlı hekimler büyük bir ihtimalle, ışığın ve renklerin iyileştirici gücünü bilmekteydiler.

Yunan’lılarda bu bilgi iyice belgelenmiştir. Onlar Güneş tanrıları Helios’a bir şehir adamışlardır; “renk terapisi” uygulanan tapınaklarıyla ünlü olan Heliopolis’i. Orada ışığın anlamı; tedavi ve dinsel bütünselliğini henüz korumaktaydı. Işık, Tanrı’nın vasfı ve aracıydı, sıkça da onunla özdeş görülürdü:“Tanrı ışıktır ve onda zerre kadar zulmet mevcut değildir.” Yuhanna’nın ilk mektubunda böyle denmektedir. Ve ardından: “Kim ki kardeşlerini sever, o ışıktadır”, çünkü “Tanrı sevgidir ve kim ki sevgide barınır, o Tanrı’da ve Tanrı ondadır.”

Işık, Sevgi ve Tanrı; “Bir’dirler. Bu bize bir Hint kavramı olan “Sattwa”yı hatırlatır; o, tanrısal özün vasfına ve aynı zamanda ışığa, ruhsallığa ve bunlardaki merhamet, sevgi dolu ilkeye işaret etmektedir.

Günümüzde ise ışık, (daha çok batının endüstriyel toplumlarında) dinsel anlamını neredeyse tamamen kaybetmiştir. Diskoteklerdeki lazer gösterileri ve pop konserlerindeki ışık orgları, bir zamanlar eski kültürlerin ışığa karşı duyduğu hayranlığın ve insanlar üzerindeki etkisinin silik bir yansımasını vermektedir. Ancak burada ışığın sanal, doğal olmayan yozlaşmış bir türü söz konusudur. Hayat bahşeden güneş, bugün birçok insana göre tehdit edici bir unsur haline gelmiştir; güneşten korunmak için yüksek-ışınım-koruyucu-faktörlü sütler ve yağlar kullanma gereği duyulmaktadır, insanlar yapay ışığa tapmakta ve güneşten korkmaktadırlar. Bu, doğa fenomenlerinin anlaşılmaz bir biçimde ters yüz edilmesidir.

Işık, bugün çoğu insan için düğmeye basıldığında ortaya çıkan bir şeydir. Işık artık özel bir şey değil, sadece bir çeşit elektromanyetik dalgadır: Nasıl ortaya çıktığı ve nelerden oluştuğu fizik kitaplarında yazılıdır. Ancak yakından incelendiğinde, bunun bir illüzyon olduğu ortaya çıkar. Işığın gerçek varlığı halen bir bilmecedir ve atalarımızın, ışığı Tanrı’nın bir vasfı olarak görmeleri; bugünün doğa bilimcilerinin öne sürdüğü “dalga/parçacık düalizmi” anlayışından daha tuhaf değildir.

 

Girişim (Enterferans) İlkesi ve Esir Hipotezi

Modern Fizik işin aslına bakılırsa, bu iki birleştirilemez görüşün zoraki birlikteliğinin arka planında, ışığın gerçek varlığını tanımlama gayretindeki beceriksizliğini örtmeye çalışmakta ve binlerce senelik eski bir tartışmaya da son verdiğini sanmaktadır.

Yunan filozofu Fisagor (MÖ. 570- 496) nesnelerin görünür olmalarının sebebini, gözlerimiz tarafından yakalanan, çok küçük “parçacıklar” yaymalarına bağlıyordu. Meslektaşı Empedokles (MÖ. 483-420) buna karşın gözlerimizden dışarı bir tür “nurlu” ışınımın çıktığını, bunun nesneleri kavradığını ve bize bu nesnenin imgesinin görüntüsünü ilettiği fikrindeydi. Eflatun’a (MÖ. 428-347) göre, görebildiğimiz bu imge, nesnelerden kaynaklanan “dış ışık” ve gözümüzden yayılan “iç ışık” arasındaki girişim yoluyla gerçekleşmekteydi. Aristo (MÖ. 384-322) ise tüm bu görüşleri reddetti ve ışığın, boşluğu dolduran “Pellucid” denilen süptil bir aracının devinimi sayesinde ortaya çıktığını savundu. Aristo, asırlar boyu, özellikle Orta Çağ’da, büyük ölçüde kayıtsız şartsız bir otorite olarak görülüyordu. Araplar ışığın pratik özelliğine konsantre olurken, hristiyanlar onun metafizik boyutuna yöneldi. Işığın, bugünün anlayışına uygun bilimsel bir araştırmaya tabi tutuluşu ilk olarak Isaac Newton’un (1643-1727) çığır açan eseri ‘Optik’ ile birlikte başladı.

Newton, eski filozoflara benzer bir biçimde ışığı iki kısma ayırdı; fiziksel “görüngüsel (fenomenal) ışık” ve “numenal(1) ya da potansiyel (özsel)ışık”. Newton, ikinci şıkkı canlı organizmalardaki ruhun taşıyıcısı ve tanrısal unsuru olarak görüyordu. Ve Newton, daha o zamanlarda, modern dönemin en can alıcı sorularını sordu: “Işık ile parçacıkların birbirine dönüşmeleri mümkün olamaz mı? Parçacıklar faal güçlerinin büyük bir kısmını kendi yapı taşlarında yerleşik olan ışık parçacıklarından ediniyor olamazlar mı?” Nitekim bunlar, bizim asrımızda Albert Einstein tarafından “evet” cevabıyla onaylanabildiler. Işığın fizik yönü ile ilgili olarak, Newton “partiküller”den söz ediyordu ve bununla bir kez daha Fisagor’un iki bin yıl önce söylediklerine dönülüyordu: Işınlar, çok küçük zerrelerdir ve bunlar ışıldayan özler tarafından yayılırlar. Zamanın diğer doğa araştırmacıları, örneğin, Hollanda’lı fizikçi Christian Huygens (1629-1695) ve isviçre’li matematikçi Leonard Euler (1707- 1783) buna karşın, önceden Aristo’nun savunduğu; ışığın dalgalar biçiminde yayıldığı görüşüne katılıyorlardı.

Dalga-Parçacık tartışması ilk etapta Newton’un zaferi ile sonuçlandı, otoritesi sayesinde çoğu bilim adamı onun tarafını seçmişti. Çünkü 1801’de Thomas Young basit bir deneyde ışığın dalga tabiatını kanıtlayabilmiş ve bu deney sayesinde ışığın karşılıklı girişim desenleri oluşturduğunu göstermişti. O, yan yana düzenlenmiş iki ince aralıktan, ışığı bir şemsiye üzerine yansıttı ve böylece aydınlık ve karanlık çizgilerden oluşan (enterferans çizgileri denilen) desenler elde etti. Young, bu olguyu anlaşılır kılabilmek için, süptil bir aracının varlığını tasavvur etti; yani antik bilgilerde “esir” denilen, boşluğu kaplayan ve titreşimleri ile ışık dalgaları oluşturabilen o malum çok ince madde.

Fransız Filozof Rene Descartes (1596-1650) daha önce buna benzer bir anlayışı temsil etmekteydi. Ona göre de boşluk ince maddi bir “sıvı” ile doluydu, bu “bütünsel birlik”ti (Plenum(2)); bunun içinde göksel küreler, girdap içindeki mantarlar gibi dönüp durmaktaydı. Işığı ise bu “plenum”un içinde “hareket yönünde bir eğilim” olarak tanımladı ve böylece modern kuantum fiziğinin soyut-dağınık ifade şekline benzer bir görüşe ulaştı.

Young’un girişim ilkesi için meslektaşı Henry Brougham, “İnsanlık tarihinde bugüne dek bu kadar anlaşılmaz bir varsayımdan ibaret bir teori ortaya çıkmamıştır,” diyerek kızmış ve “esir” ile ilgili olarak şunu da eklemişti: “Böyle sönük bir keşiften hiçbir şey beklenemez.” Diğer deneyler, özellikle Fransız Fresnel’inki (1788-1827), ışığın dalga karakterini doğruladı ve 19. yüzyılın ortalarında “ışık dalgası” okul eğitiminin vazgeçilmez bir müfredatı oldu; tıpkı “ışık esiri” gibi. Lord Kelvin onun hakkında şöyle yazıyor: “Onun varlığı sorgulanamaz bir olgusal delildir.”

Yarım asır sonra, bu tartışma götürmez “olgusal delil”, akademik araştırmalarından çıkartılmıştı. “Esir” süptil bir şey olarak farz edilmekteydi, fakat yine de maddi bir aracı olarak tasavvur ediliyordu; dünya ve diğer göksel küreler onun içinden deniz üzerindeki yelkenli gemiler gibi geçip gitmekteydi. Işık dalgalarının eşiğinde ve onlar tarafından çalımlanarak, (hareket noktasına göre) önden, arkadan ve yandan gelmekteydiler. Buna göre ışığın hızı farklılıklar göstermeliydi, böyle farz ediliyordu; hareket eden dünyaya doğru ya da arkasından koşuşturuyordu.

1887’de Albert Michelson ve Edward Morley, tasarladıkları bir deneyin yardımıyla, bu “esir akıntısı”nı kanıtlamak istediler. Tüm şaşkınlıklarına rağmen hiçbir fark keşfedemediler: Işık hangi yönden gelirse gelsin hızı hep aynıydı; saniyede 299.792,458 metre. Tüm fizikçilerde büyük bir karamsarlık ve çaresizlik baş gösterdi çünkü işin aslı, bugüne dek kabul gören “esir” görüşüyle uyuşmuyordu. Einstein, bu sonu gözükmez problem için bir çıkış yolu buldu: “Esir için bir gerçeklik bulma çabalarımızın tümü başarısız olmuştur.” Ve bunun için “En iyisi, esir kavramını bir daha ağzımıza almamak üzere terk etme kararı almamızdır. Bunun yerine kısacası şöyle diyelim: Boşluk, dalgaları iletmek için fiziksel bir niteliğe sahiptir. Böylece, artık bir daha kullanmak istemediğimiz bu esir kavramından kurtulmuş oluruz.” Bununla birlikte şu mantıksal sonuca vardı: “Işık hızı, uzay boşluğunda daimi bir değişmezlik gösterir. O, ne ışık kaynağının hareketine ne de gözlemciye bağlıdır”; böylece “Görelilik kuramı”nın temel taşını yerleştirmiş oluyordu.

Bundan kısa bir süre önce fizikçi Max Planck, ışık gibi elektromanyetik bir dalga olan ısının, sıcak bir nesneden sürekli değil, özellikle tekil “porsiyonlar” halinde yayılmakta olduğunu belirtti ve bunları “kuantlar” olarak tanımladı. Ve 1905’de Einstein, ışığı tekil enerji kuantlarından birleşik “fotonlar” olarak tanımlamayı tavsiye etti. Ve böylece yine Pisagor ve Nevvton’a ve ışığın “parçacık karakteri”ne dönüş yapılmıştı. “Fotoelektrik efekt” ile, ışığın etkisiyle metalden elektronlar “koparılır”. Bu deney ve “Compton-deneyleri”, ışık- kuantlarının elektronlar ile çarpıştıklarında, elastik küreler gibi davrandıklarını onaylıyordu.

 

Aracısız Dalgalar Mantık Açısından İmkansızdır

Önceden olduğu gibi bugün de ortaya çıkmakta olan kanıtlar, ışığın bir dalga olduğunu göstermektedir ve böylece aslında birleştirilemez olan bu iki anlayış, yani yukarıda belirtilen “dalga/parçacık düalizm”i zoraki olarak biraraya getirildi.

1917’de Albert Einstein şöyle yazıyordu: “Hayatımın geri kalan kısmında ışığın ne olduğunu düşüneceğim.” Ölümünden dört yıl önce 1951’de, şunları itiraf etti: “Işık kuantları nedir, sorusu üzerinde elli yıl derin derin düşünmeme rağmen, bu beni hiçbir cevaba yaklaştırmadı. Bugün herkes cevabı bildiğini sanıyor. Fakat bu onların bir yanılgısıdır.”

Ve “esir problemi” de şu ana kadar çözülmüş değildir, sadece sümen altı edilmiştir. Ancak buradaki ikilem şudur: “Dalga” kavramı Fizikte açıkça tanımlanmaktadır: bir aracın içindeki titreşim bağlaşımı(3) Aracı; her parçacığın kendi hareketini yani başındakine aktarabildiği, elastik bir biçimde birbirine bağlanmış tekil parçalardan oluşan bir özdür. Örneğin, su dalgalarında aracı sudur, atomik çekim güçleri tarafından birbirine bağlı olan tekil su moleküllerinden oluşur. Bir güç ona tesir ettiğinde, örneğin rüzgar, o zaman bu su molekülleri hareketlenir, bir oraya bir buraya titreşirler ve kendi bağlaşımları sayesinde bu titreşimler birbiri ardı sıra yayılır ve böylece dalga oluşur.

Eğer ışık bir dalga ise, karşılıklı etkileşim deneyleri bunu apaçık kanıtlıyor, demek ki küçücük birbirine bağlı parçalardan oluşan bir aracıya ihtiyacımız var ve ışık dalgalarını oluşturabilmek için de, parçacıkların titreşimini sağlayan bir kuvvete gereksinimiz var. Açıkçası hiç kimse aracıyı bir kenara itip, sadece dalgalardan söz edemez: Aracısız bir dalga mantık açısından imkansızdır. Öyleyse muhakkak bir “ışık/dalga aracısı” olmalıdır ancak onun yapı taşları maddi olamaz.

 

En Küçük Maddi Parçacıklardan Daha Süptil

En küçük maddi parçacıklardan daha süptil olma hali, yukarıda zikredilen Michelson-Morley deneyinden ortaya çıkar, fakat öte yandan bu deney, madde parçacıklarının dalga nitelikli bir olguya sahip olduklarını da onaylanmaktadır. Örneğin, çift-aralık deneyinde, elektronlar da girişim desenleri oluşturmaktalar (bu, dalga olgusu için bir kanıttır); deneylerde, elektron ve pozitron çiftlerinin ışığa ve ışığın da elektron-pozitron çiftlerine dönüştürülmesi başarıyla sonuçlandırıldı. Anlaşılan ışık ve madde, her ikisi de aynı aracının içinde birer dalgadır, demek ki bunlar, ancak özel formları sebebiyle birbirinden farklı gözükmektedir. Bu durumda madde bir çeşit enerji olur; belki de “donmuş” enerji: Buzun, suyun donmuş bir hali olması gibi.

Bunun nasıl göründüğünü tasavvur etmeye çalıştığımızda, hayallerimiz de donup kalır. Ancak matematiksel olarak madde ve enerjiyi aynı çatı altında birleştirmek hiçbir sorun yaratmaz. Albert Einstein bunu meşhur E=mc2 formülüyle gerçekleştirdi. Demek ki madde ve enerji eşitlenebilir ve biri bir diğerine dönüştürülebilir; tek bir oranda, ki bunun karşılığı ışık hızının karesine denk düşmektedir. Çok enerji eşittir az madde, az madde eşittir çok enerji. Atom bombası bunu kanıtlamaktadır; birkaç kilo madde, dünya üzerinde Hiroşima büyüklüğünde bir delik açabildi.

Demek ki, Michelson ve Morley’in “esir akıntısını” bulamamalarında şaşılacak pek bir şey yok; çünkü dünya, “deniz esiri” üzerinde yelkenli gemiler gibi yüzmüyor; o, daha ziyade bu “deniz esiri” içinde ve içinden her an kendini yenileyerek zuhur ediyor. Michelson ve Morley de, aynı kendi ölçüm gereçleri gibi “esir denizi’nde birer titreşimdiler.

Demek ki “esir”den vazgeçemeyiz; tabi ışığın dalga tabiatından vazgeçilmedikçe. Bundan da vazgeçemeyeceğimiz açıktır çünkü girişim olguları tarafından kesinlikle kanıtlanmıştır. .Ancak burada dikkat edilmesi gereken bir husus var ki, o da; “esir”i oluşturan yapı taşlarının maddi olamayacağı, daha çok süptil olabileceğidir. Bir başka deyişle “kuant altı esir”. Işık kuantlarmdan daha küçük ve daha süptil, en küçük madde parçacıklarından daha küçük ve daha süptil.

“Maddi esir mevcut değildir. O, materyalist dünya görüşünden doğmuş hayali bir kurgudur,” diyor Amerikalı kuantum fizikçisi Arthur Zajonc; “Işık ve Şuurun Ortak Tarihi” adlı kitabında şunları yazıyor: “Eğer biz ışığın bir dalga olduğundan yola çıkarsak, o zaman karşımıza şu soru çıkar: Orada dalga şeklinde titreşmekte olan nedir? Su dalgalarında, ses dalgalarında, titreşen tellerde… bir şeyler hep titreşmekte. Ses figürü hava tarafından iletilmekte. Peki ama ışık dediğimiz akışkan figürü kaldırıp götüren ne? Yine de şu kesinlik kazanmıştır: Bu şey ne olursa olsun, her halükarda tabiatı maddi değildir.”

 

Işıktan Hızlı: Foton İletişimi

Beklenmedik bir anda, bu kadar madde üstü, metafizik/madde ötesi bir girdaba fırlatılmak materyalist doğa bilimleri için yeterince kötü olmuştu. Ancak üstlerine çökenler bu kadarla kalmamakta.

Örneğin, ışık ve maddi dalgalar oluşturmak için, madde üstü “esir”in titreşimini sağlayan güç nereden gelmekte? Onu harekete geçiren kim veya nedir? O düzenli olmalıdır, çünkü ortaya çıkardığı dalgalar düzenli; örneğin, tüm elektronlar eşit madde ve eşit elektrikle yüklüdür. Fakat bu düzenin sorumlusu kim veya nedir?

Işık dalgalarının bazı durumlarda ışık parçacıkları gibi davranmalarının nedeni, henüz çözülmemiş bir sorudur. Ve ışık parçacıkları, çift-aralık deneyinde; ışık dalgaları gibi davranmaları gerektiğini nereden biliyorlar? Her halükarda bunu biliyorlar; hem de tekil fotonlar halinde art arda çift-aralığa doğru gönderildiklerinde bile.

Henüz çözülmemiş bir diğer soru ise, fotonların birbirleriyle nasıl iletişim kurduğudur. Clousner-Freedman ikilisinin deneyi; fotonların bunu yapabildiklerini göstermiştir. Tek bir ışık kaynağından çiftler olarak üretilen, fakat her biri ters yönde ışınlanan iki fotondan, sadece birine etki gönderilmesine rağmen, diğeri buna anında cevap veriyor. Her ikisi de birbirinden ışık hızıyla uzaklaştıklarına göre; öyle ya da böyle ışıktan daha hızlı bir şekilde birbirleriyle iletişim kurmaları bir zorunluluktur. Fakat ne ile iletişim kuruyorlar? “Süper luminal iletişim dalgaları” ile mi? Bu adeta fotonlar arası telepati olurdu! Pozitif bilime büyü karışırdı! Ve daha kötüsü esas şimdi geliyor: Yeni araştırmaların sonuçları; elektromanyetik dalgalarının da bazı belirli durumlarda, ışık hızı üstünde hareket edebileceklerine işaret etmektedir. Eğer bu sonuçlar deneylerle kanıtlanabilirse, bu “görecelik teori”sinin temel taşlarından birini ve fiziğin o kadar zahmetlerle oluşturmuş olduğu gerçeklik modelini bir kez daha çökme tehdidi altına sokacaktır.

Fakat yine de, bu tehlikenin asılsız olduğu kesinlik kazanırsa bile, ışığın gerçek tabiatının ne olduğunu bilmediğimiz gerçeğinden kaçamayız. Bunu kabullenmeliyiz, bunun dışında kalanlar sadece birer spekülasyondur.

Ancak bu, ümitsizliğe düşmemiz için bir sebep olmamalı, çünkü ışığın gerçek varlığını henüz kavramamış olsak da tesirleri hakkında oldukça nitelikli bir bilgiye sahibiz. Işık, fizik alemin garip bir hayaleti değildir. Işık, dış dünyada olduğu gibi iç dünyamızda da kesin bir olgudur. Bizi beslemekte, bizi iyileştirmekte, bizim iletişimimizi sağlamaktadır.  

(1)   Numenal: “İlahi irade” anlamına gelen Latince numen sözcüğünden türemedir. Teolojide, etki ve tesir eden gücün, İlahi Varlık (Tanrı) olduğunu ifade eden bir kavramdır.

(2)   Plenum: Son dönem Lâtincesinde “Bütünsellik” anlamını taşıyordu.

(3)    Bağlaşım: Salıngan yapılar arasındaki enerji alışverişi ile etkileşimler oluşmasını sağlayan ilişki.

 

 

Esotera, Dergisinden Çev.: Şenol Sohtorik