Rezonans ve Çekim Yasası

Rezonans ve Çekim Yasası

Bilge Büket-

Düşünce zihnimizde akan bir enerjidir. Bizler bir düşünce denizinde (enerji denizinde) yaşamaktayız. Her birimiz kendimizi hayattan ayrı düşünsek de, okyanustaki bir damlanın denizin minicik bir parçası olması gibi biz de düşüncenin bir parçasıyız. Aslında hayatımız dediğimiz şeyi oluşturan şeyler, düşüncenin sürekli yaratımlarından meydana gelmektedir.

Yaşadığımız dünya zihinsel bir dünyadır. Dünya ve içerdiği her şey düşüncenin ürünüdür. Fiziksel evren, insanların gerçek dedikleri her şey, düşüncenin görünmeyen dünyasında var olmaya başlamıştır. Örneğin yaşadığımız evler, kullandığımız arabalar, oturduğumuz sandalyeler önceleri sadece birer düşünceydi. Hepsi önce düşüncede oluşturuldu ve düşüncenin yaratıcı sürecinin sonucu olarak gerçekleşti. Tabii bunu şu anki aklımızla algılamak kolay değildir. Öyle ki, düşünce insan beyniyle sınırlı bir şey değildir. İnsan beyni düşüncenin sadece bir aracıdır. Radyonun, ses dalgaları denizinden bazılarını alıp duyulabilir hale getirmesi gibi, beyin de düşünce denizinden bazı düşünceleri bulup çıkarır. Düşünce evrenseldir, her yerde mevcuttur. Bir bölge veya bir kişiye özgü değildir. O halde düşünmek demek düşünceyi kendi algılamamız ölçüsünde kullanmak demektir. Düşünce beynin içinde veya uzayda herhangi bir yerde değildir. Düşünce alemi, insanın kafatasının içine hapsedilemez ve beyin hücrelerinin sayısının bu işte hiçbir rolü yoktur. Önemli olan düşünceyi nasıl kullandığımızdır.

Yani özet şöyle diyebiliriz ki, tüm insanlık ortak bir bilince sahiptir ve bu evrenin yaratıcı bilincidir. Buna bir Evrensel depo dersek bu depodan fikirler alıyoruz ve buna bizim düşüncemiz diyoruz ve her birimizin ki kendine özel. Bu fikirleri bu depodan çekebilmek için de bilincimizi kullanıyoruz. Bu depodan ister çay kaşığı ile düşünce alın, ister bardakla, isterse bir havuzu doldurun. Ya da bu okyanusun istediğiniz yerinden alın…

Tüm insanlığın ortak bir bilinci olmasına karşın bilincin iki görünümü veya iki fonksiyonu ya da kullanımı vardır. Birincisi bilinçaltı, ikincisi ise bilinçtir. Bilinç, düşünceyi farkında olarak kullanmamızdır. Uyanık bilinç, uyanık olduğumuz saatlerde kullandığımız kısım, bilinçaltı ise aklımızın farkında olmadığımız bölümüdür. Nasıl çalıştığını bilmeyiz. Bunu, yüzde doksanı suyun altında olan bir buzdağına benzetebiliriz. Düşüncenin sadece küçük bir kısmını bilinçli olarak kullanabiliriz. Yani ben kendi bilincimle, evrensel depodan bazı düşünceler alıyorum ve kullanıyorum. Benim bilincim dediğimde evrensel düşünce deposunun benim tarafımdan kullanılan kısmını kastediyorum. Düşüncelerimizi hepimiz kendi kullanımımıza göre tanımlarız, bunlara göre birbirimizden ayırt ediliriz ve bireyselliğimiz böyle ortaya çıkar.

Bilinç sadece uyanıkken ortaya çıkar, bilinçaltı ise 24 saat devrededir. Bilinçaltı beden fonksiyonlarını düzenler. Biz kalbimizin, sindirim veya boşaltım sistemimizin çalışması için organların veya hücrelerin neler yapması gerektiğini düşünmek zorunda değilizdir. Örneğin bisiklete binerken, yürürken, su bardağını almaya uzanırken önce hangi kasımızı, sonra hangisini ve hangi hızda devreye sokmamız gerektiğini hiç düşünmek zorunda kalmıyoruz. Bunu sağlayan gönüllü hizmetkarımız yani bilinçaltımız sürekli devrededir. Onun bir prensibi yani bir çalışma yasası var ama biz onu bilmiyoruz.

Bilinçaltı bir anlamda düşüncenin toprağıdır aslında, kendine verilen tohumlara yanıt vermektedir. Tıpkı, toprağa ekilen tohumların meyve veren bir ağaca dönüşmesi gibi… Yani bir şeyi düşündüğümüzde toprağa tohum ekmiş oluyoruz ve sürekli o düşünceyi düşündükçe sanki onu sulamış ve uygun ortamı hazırlamış gibi oluyoruz ve ağaç gibi meyve verinceye kadar onu büyütüyoruz. Bu durum da başımıza gelen olaylarla eş. Bizler her seferinde başımıza gelen olayları beğenmeyebiliyoruz. Bu durum, sürekli besleyip bakımını yaptığımız tohumdan oluşan ağaç meyve verdiğinde bu meyveyi beğenmememize benziyor. Madem armut sevmiyorduk, neden armut dikip uğraştık bunca zaman değil mi? Toprak nasıl kendine ekilen tohumu yargılamıyorsa, bilinçaltı da düşünce tohumlarını yargılamıyor. Ne demiştik? o gönüllü bir hizmetkar ve biz ne dilersek onu yapıyor. Burada önemli bir gerçek karşımıza çıkıyor, bu durumda “yönetimi yapan bilinç”tir. Yani hangi tohumu ekeceğimize bilinç düşünceleri seçerek karar veriyor. Bilinç hayatla nasıl ilişki kuracağımıza karar verip ifade yollarını seçiyor ve planlamayı yapıyor sonra da bilinçaltına buna dair emir veriyor. Bilinçaltı ise her zaman üzerinde karara varılmış dış görüntüyü üretiyor.

Düşüncelerimiz yarattığımız görüntülerdir aslında. Düşündüklerimiz evrensel bilinçaltına verilen emirlerdir. Yani üretilen şeyden hoşlanmıyorsak nereye bakmalıyız? Bilincimizde neleri düşündüğümüze değil mi? Güç bilincin elinde ve elimizde bir hizmetkarımız var, ne istesek yapıyor. Fakat, neden bizim hayatımızda hep istemediğimiz şeyler oluyor hiç düşündünüz mü?

Çekim yasasını tam olarak anlamak için düşüncelerin üzerinde biraz daha durmamız gerekiyor. Düşüncelerimiz aslında zihnimizde akan bir enerjidir ve bu enerjinin her bireye göre tanımlaması farklıdır. Çoğunlukla içimizde konuşan, susturamadığımız bir sestir, bazılarımız ise birer film karesi gibi görür düşüncelerini.

Düşüncelerimizin ana kaynağı sınırlayıcı inançlarımızdır. İnanç ise, çevremizdeki durum veya varlıkların, gerçekte ne olduğuna dair oluşmuş genel anlayışımız veya algımızdır. Dünyayı tamamen bu anlayışlarımız çerçevesinde algılarız. Yani dünyayı gördüğümüz pencerenin yeri, büyüklüğü, temizliği bu inançlarımızla belirlenir. Örneğin eskiden insanlar dünyanın dümdüz bir tepsi gibi olduğuna ve güneşin de bunun etrafında döndüğüne inanıyorlardı. Şimdi de dünyanın yuvarlak olduğuna ve güneşin etrafında döndüğüne inanıyoruz. Bugün kalorinin kilo için etkili olduğuna, politikacıların güvenilmez olduklarına, hapishanelerin suçu engellediğine inanıyoruz. Bugünkü inançların bundan 300 yıl önceki inançlardan daha iyi veya doğru olduğunu söyleyemeyiz, fakat inançların çoğunun aslında bir yanılsama olduğunu çok net olarak söyleyebiliriz.Yani doğru olduğunu sandığımız ama doğru olmayan şeylerdir yanılsamalar. Yanılsamalar bizim inançlara teslim olmamızdan kaynaklanır. Hiçbirini sorgulamadığımız gibi çoğunun da farkında değilizdir. Hatta bizim hayatı yaşayışımızı sınırladıklarının hiç farkında değilizdir. Biliyorsunuz ki bir gerçeği yanlış anlamış olmamız o gerçeği değiştirmez. Örneğin dünyanın düz bir tepsi olduğu inancı yanlış bir değerlendirmeydi ve çok uzun süre insanlar buna inandılar, elbette ki bu inanç dünyayı düzleştirememiş, fakat insanların hareket yeteneğini çok kısıtlamıştır.

Peki, bu sınırlayıcı inançlarımız nasıl oluşuyor?

Bunlar iki türlü oluşabilir. Bazı inançlarımız vardır ki kuşaktan kuşağa aktarılmıştır. Zaten doğduğumuzda bilinçaltımızda bulunur. Diğerlerini ise çok küçük yaşlarda ediniriz. Bizi büyüten büyüklerimiz, anne ve babalarımız, çok sevdiğimiz veya sevmediğimiz arkadaşlarımız, komşularımız ile yaşadığımız olaylar veya onların inançlarını kopyalayarak bazı sınırlayıcı inançlarımızı oluştururuz. Bazılarımız köpekten korkarız, bazılarımız kediden korkarız veya uçaktan korkanlarımız vardır ya da bazı yiyecekleri yiyemeyiz. Bu örneklerin çoğu ya kendi başımıza gelmiş bir olay yüzünden kodlanmıştır veya bizi yetiştirenlerin inançlarıdır. Biz sorgulamadan öyle öğrenmiş ve kabullenmişizdir. Biz otomatik pilottaki birer makine gibi yaşıyorsak eğer, ne zaman kabul ettiğimizi bilmediğimiz bazı inançların etkisiyle oluşan düşüncelerimiz sayesinde yönetiliriz. Yani bizi yönetenin bir bilgisayar olduğunu düşünelim. Önce bir olay olur, bilgisayar bu olayla ilgili kayıtların olduğu bölüme gidip ilgili inancımızı bulur ve bu inancın sonucunda yapılacaklar listesini açar ve oradan hep seçilen seçeneği alarak uygulamaya sokar. Yani diyelim ki biz, köpekler saldırgan yaratıklardır diye inanıyoruz, bir parkta karşımıza köpek çıkıyor, bilinçaltımız köpekten korkulmalıdır kararını bulup hemen bize ya çığlık attırıyor veya bizim oradan kaçmamızı sağlıyor.

Herhangi bir inancın edinilmesi şu şekilde oluyor: Özellikle küçük yaşlardayken bir olay yaşıyoruz, bu olay gerçekleştiğinde çocuk olan bizde bir duygu oluşuyor. Bu olayın doğasında vardır. Her olay bizde bir duygu yaratır. Eğer bu olay oyuncaklarımı toplayınca annem tarafından çok hoş ve sevgi dolu bir kucaklama gibi bir şey ise bunu biz olumlu biçim olarak yorumlayıp pozitif bir inanç geliştiririz fakat dondurma yalarken üzerimize damlattığımız için azar işittiysek, bu durumda da olumsuz yorumla, negatif bir inanç geliştiririz. Sıradan her olay bir inanç yaratmaz. Bir inancın oluşması için çok yoğun duygular hissetmiş olmalıyız. Yani inancın gücü altındaki duygunun yoğunluğundan gelir.

Aslında şöyle söyleyebiliriz, “İNANÇLARIMIZ DÜNYAYI ALGILAMAMIZDA DOĞRUDAN ROLÜ OLAN DUYGUSAL DENEYİMLERİMİZDİR”

O zaman her şeyin temelinde DUYGULAR vardır. Bizim evrenle iletişim sağlamamızı sağlayan düşüncelerimizin temelinde de duygularımız vardır. O zaman yaşam kalitemizi etkileyen en önemli şeyler DUYGULARIMIZ, İNAÇLARIMIZ VE DÜŞÜNCELERİMİZ’dir.

Bunu şu şekilde açıklayabiliriz; duygularımız inançlarımızı oluşturuyor, inançlarımız düşüncelerimizi belirliyor, düşüncelerimiz de yaşam deneyimlerimizi belirliyor. Eğer biz bunlardan hoşnut değilsek düşüncelerimizin farkına varacağız, sonra bu düşünceler hangi inancım yüzünden oluşuyor onu tespit edeceğiz, daha sonra da bu inancı oluşturan duygumuzu yani büyük ihtimalle korkumuzu bulacağız. İşte bu korkudan özgürleştiğimizde onun yerine gelen olumlu duygu ile yeni bir inancımız oluşacak ve biz artık bu inancın düşüncelerini ve deneyimlerini yaşamaya başlayacağız.

Evren aslında sürekli bize bununla ilgili işaretler göndermektedir. Eğer bu mesajları alabilirsek o zaman yanılsamalarımızı ve sınırlayıcı inançlarımızı aşabiliriz. Duygulara bakacak olursak;

Duygular da düşünce gibi bir enerji biçimidir. Düşünceler zihnimizde akan enerjiler, duygular ise bedenimizde akan enerjilerdir. Aslında duygularımız düşüncelerimizin uzantılarıdır. Yani biz duygularla düşünceleri birbirine bağlayarak kodlarız. Yani biz inanç kalıplarımıza göre bir düşünceyi yorumlarız ve bu sırada oluşan duyguları isimlendirerek, açıklayarak veya yargılayarak düşünceyle duyguyu birbirine bağlarız. Halbuki duygu da düşünce de bir enerjidir ve akıp gitmelidir. Biz olayın doğallığını bozuyoruz. Gerçek şu ki, duygular yargılamaya ve yorumlamaya açık değillerdir. Sadece hissedilirler. Bunu en rahat şöyle tarif edeceğim:

Bir ressamın tablosunu veya bir bestekarın bir eserini düşünün; Tıpkı resimdeki her bir renk veya eserdeki her bir notanın nasıl bir standardı yoksa yani hiçbir renk diğerinden daha güzel veya hiçbir nota diğerinden daha hoş değilse duygular da böyledir. Çirkini güzeli, önemlisi, önemsizi yoktur. Sadece hissedilmelidirler. Ama biz ne yapıyoruz? Onları yargılıyoruz, onlara değer veriyoruz, onları isimlendiriyoruz ve onların özgürce akışını engellemiş oluyoruz. Açıklamalar, değerlendirmeler olumlu veya olumsuz duyguların hareketini durdurur ve güçsüzleştirir. Düşünceye bağlı kalmak o kişi veya durumla yaşanan ilişkinin beslenmesini ve kendini tekrar etmesini sağlar.

Her birimiz evrendeki en güçlü mıknatıslarız. İçimizde barındırdığımız manyetik güç her şeyden güçlüdür. Bu manyetik gücü yayan şey ise düşüncelerimizdir. Düşüncelerin manyetik frekansları vardır. Ben düşünürken düşüncelerim evrene yayılmakta ve manyetik güçleriyle aynı frekanstaki bütün benzerlikleri bana çekmektedir. Gönderilen her şey kaynağına geri dönmektedir ve o kaynak benim. Şöyle hayal etmeniz daha kolay olabilir; Televizyon istasyonlarının vericilerini düşünün, televizyonlarımızda görüntüye dönüşen frekanslar aracılığıyla yayın yapıyorlar. Yani bizler de birer yayın vericisiyiz ve bugüne kadar üretilmiş vericilerin içinde en güçlüsüyüz. Hatta evrenin en güçlü vericisi biziz. Bizim ilettiğimiz frekanslar hayatımızı, hayatımız da dünyayı şekillendiriyor. Yaydığımız dalgalar, şehirleri, ülkeleri geçip dünyaya yayılıyor, evrenin her yerine uzanıyor ve biz bunu düşüncelerimizle yapıyoruz.

Televizyon vericisinden bir farkımız var, düşüncelerimizin iletiminden elde ettiğimiz görüntüler televizyona gelmiyor ama onlar bizim hayatımızın görüntüleri oluyorlar. Eğer hayatımızda değiştirmek istediğimiz şeyler varsa düşüncelerimizi değiştirerek frekansları değiştirmeliyiz ve bu sayede kanalı değiştirip başka görüntüler elde etmeliyiz. Çekim yasası çok doğal bir yasadır. Kişilerden bağımsızdır. Düşüncelerinizle verdiğiniz mesajları kesinlikle iyi ya da kötü olarak değerlendirmez, sadece düşüncelerinizi alıp onları size yaşam deneyimi olarak gönderir. Yani üzerinde düşündüğünüz ne ise onu alırsınız.

Hep deriz ya, “korktuğum şeyler hep başıma geliyor” diye. Bunun nedeni çekim yasasıdır. Çekim yasası bir yaratım yasasıdır. Biz bilsek de bilmesek de, hayatımızı çekim yasasına göre düşüncelerimizle yaratıyoruz.

Bildiğiniz gibi düşüncelerimizin uzantısı ise duygularımızdır. Düşüncelerimiz olumlu veya olumsuz hangi frekansta olduğumuzu belirlerken, duygularımız frekansın seviyesini belirlemektedir. Kendinizi kötü hissediyorsanız kötü şeyler düşünüyorsunuzdur. Bunun aksi mümkün değildir.

Tıpkı yerçekimi kanunu gibi çekim yasası da hiç şaşmaz. Çekim yasasının dışında kalan bir şey de yoktur. Başımıza bir şey geldiyse bunu mutlaka bizim düşünceleriniz çekmiştir. Biliyorum bu kabul etmesi çok zor ama gerçek!

Fakat en güzeli,

HERŞEYİ DEĞİŞTİRME GÜCÜNE SAHİBİZ. Yasa herkes için eşit, torpil yok, rüşvet yok, şart yok, bedel yok. Yasa çok basit, duygularımız ve düşüncelerimiz sadece bize ait olduğuna göre biz istediğimizde her şeyi değiştirebiliriz.

Bunu değiştirmek için ilk madde yayınladığımız frekansın farkında olmaktır, peki biz bu yaydığımız frekansın seviyesinin nasıl farkına varacağız? Bizi yöneten şey aslında gizli düşüncelerimiz yani sınırlayıcı inançlarımız veya hepimizin çok tanıdık olduğu ya da anlayacağı gibi EGOmuzdur. İşte frekansımızı anlamak için biz Egoyu tanımaya başlamalıyız. Ego Latince bir kelimedir ve BEN demektir. Egoyu nasıl tanıyacağız? Konuşurken kullandığımız bazı cümlelerimiz onun hakkında bilgi verebilir bize.

Örneğin, ben ile başlayan veya –dır –dir ile biten cümlelerinize dikkat edin.

Ben çok güzelim, ben çok çirkinim, ben çok zekiyim, ben çok sakarım, erkekler hep aldatır, iş bulmak zordur, hayat acıdır, mutlu evlilik zordur, çocuk büyütmek akıllı işi değildir, kediler haindir vs.

Dikkat edin bu cümleler bizim sınırlayıcı inançlarımızdır. Yani biz küçükken oluşan inançlardır. Anne, baba, büyükler, kardeş, arkadaşlar, öğretmenlerle yaşadığımız bazı olaylarda hissettiğimiz duygular sonucu oluşturduğumuz inançlardır. Yani dikkat edin bunlar egodur. Siz değil, sizin çok küçük yaşlardaki halinizdir.

Yani bizi yöneten kaptan ego, geçmişte yaşamakta ve geleceği şekillendirmektedir. Her şeyi geçmişe göre yönetmektedir.

Bizler korkularımızla yüzleşmek istemediğimiz için oluşturduğumuz inanç kalıplarıyla davranarak enerjimizin frekansını düşürüyoruz ve buna uygun olayları yaşıyoruz. Halbuki anda kalabilsek yani inançlarımızı devreden çıkartıp esnek olabilsek, her olayı ayrı bir olay olarak değerlendirip tek bir bakış açısı olmadığını tek bir seçeneğimiz olmadığını görebilsek enerjimizin frekansı artacak ve sonuçlarımız buna uygun olacaktır. Yani evren bize istediklerimizi versin diye beklerken araya korkuyu sokmamamız gerekiyor

Kuantum Fizikçilerinin deneylerine göre duygularımız DNA’mızı etkiliyor. Etkilenen DNA ise boşluktaki ışık zerreciklerini ve enerjiyi etkiliyor. Enerji de bir kod ve bilgi taşıyor. Öyleyse ben duygularımın patronu olursam, etrafımdaki enerjiyi, bedenimi, sağlığımı ve ilişkide bulunduklarımı olumlu yönde etkileyebilirim. Duygularımın patronu olmayı da duygusal temizlik yaparak, korkularımın üzerine giderek ve korkularımın enerjisini özgür bırakarak yapmalıyım. Böylece enerjimin frekansı değişecektir. Evrenin en temel yasalarından birisi şudur; evren boşluk kabul etmez. Korkunun olmadığı yerde sevgi artacaktır. Sevginin frekansı yüksektir, korkunun frekansı ise düşüktür. Ben etrafıma frekansı yüksek duygular yaydığımda evrendeki havada ortak alanda bu enerjiler artmaya başlar ve ben daha çok kendimin patronu olurum.

Son olarak konumuzla ilgili çok güzel bir hikayeyi paylaşmak istiyorum:

Amerika’ da New York ‘da bir gökdelen inşaatında çalışan iki arkadaş öğle yemeklerini inşaat sahasında evden getirdikleri sandviçleri yiyerek hallederlermiş. Pazartesi günü John sandviçini açmış, ısırmış ve çok sıkıntılı ve kızgın bir şekilde “ kahretsin bu fıstık ezmeli “ demiş. Diğer arkadaşı üzülmüş ama yapılacak bir şey yok.

Neyse Salı günü öğlen yine John açıyor sandvicini , ısırıyor ve yine aynı nefret ve kızgınlıkla “ offfff! Yine mi bu sandviç fıstık ezmeli “ diyor. Arkadaşı şaşkın bir şekilde izliyor onu.

Çarşamba günü öğlen aynı saat, aynı şeyler tekrarlanıyor ve John yine tüm öfkesi ile “ kahretsin bu fıstık ezmeli “ deyince artık arkadaşı dayanamıyor ve ” madem fıstık ezmesini sevmiyorsun , o zaman neden karına söylemiyorsun sandvicine koymasın diye ? “ diyor ama ne yanıt alıyor John dan biliyor musunuz?

John şöyle diyor “ Hooop orada dur bakalım! Bu işe sakın karımı karıştırma! Sandviçlerimi ben hazırlıyorum……”

Peki, sizin sandviçlerinizi kim hazırlıyor?