Geçmiş Hayata Ait Bir Anı

Geçmiş Hayata Ait Bir Anı –

Tony Eimen-

15 yaşımdayken annemle babam boşandı. Annem, iki erkek kardeşim ve ben Milwaukee’den Stevens Point’e taşındık. Bu bizim için çok zor bir dönemdi ve yeteri kadar paramız da yoktu. O yüzden annem bizi hafta sonunda bir arkadaşına ait olan ve içinde hiç kimsenin oturmadığı, eski bir çiftlik evine götürdü. İşte anlatacağım hikaye de burada başladı.

Çiftlik evine vardığımız zaman yaptığımız ilk şey, bu arazi üzerindeki terk edilmiş binaları keşfetmekti. Dikkatimizi çeken garip bir şey vardı: Hiç ama hiçbir şey oradan dışarı taşınmamıştı. Eski çiftliğin paslanmış araç gereçleri hala ambara dayalı duruyordu; eski aletler yere yayılmıştı ve yerde yıllar önce çivilenmiş ve çok aşınmış bir rakun postu vardı. (Bütün bunların gerçekten meydana geldiğine dair bir kanıt olan bu post, erkek kardeşimde duruyor.) Orada, yıllar önce her kim yaşadıysa, çok acele ayrılmış ve yanına pek az şey almıştı anlaşılan.

Eve girer girmez eski mobilyaların üzerindeki tozları silmeye başladım ve anladım ki, mantığa ters olsa da ben bu yeri çok iyi tanıyordum. Anneme daha önce ne zaman buraya geldiğimizi sorunca, “hiçbir zaman” diyerek benimle tartıştı. Cesaretim kırılmaksızın oturma odasında ve mutfakta dolaşırken, hatırıma burada yaşadığım birsürü olay geldi. Mutfağa girmeden önce, erkek kardeşimle birlikte mutfaktaki odunlukta oynadığımızı, atlayıp zıplarken annemin bize avazı çıktığı kadar bağırdığını tüm ayrıntılarıyla hatırladım ve anneme anlattım. “Hangi odunluk?” diye sorunca gidip bulunduğu yeri gösterdim ve o anda ne kadar eski ve çürümüş olduğunu fark ettim. Anneme, kendisi ile büyükannemin odunla çalışan fırını nasıl ateşlediğini anlattım. Lavaboya gidip birinin kuyudan su çekmekte kullanılan el pompasını çıkarttığını söyledim. Lavabonun kenarında, bir zamanlar pekala bir el pompasının monte edilmiş olabileceği yerde bir delik vardı.

Annemi evin içinde sanki bir tur rehberiymişim gibi gezdirip evi ona tanıtmaya devam ettim. Ancak annem onu korkuttuğumu söyleyerek ağlamaya başladı ve susmamı istedi; daha önce burada bulunmamış olduğumuzdan kesinlikle emindi. Derken her şey gerçekten ürkütücü bir hal almaya başladı çünkü daha birçok şeyi hatırlamaya başlamıştım. Ona döndüm ve bu hatıra seline kendimi iyice kaptırmış bir halde, askere gönderildiğim zamanı hatırlamıyor musun, diye sordum. Çocukluk aşkımdan gözü yaşlı ayrılışımı, acemi deniz eri kampına gitmek üzere yola çıkışımı ve gemiyle Avrupa’ya gönderilmeden önce geri dönüşümü anlattım. Yatak odamın penceresinin pervazlarını çiğ mavi ve beyaz boyayla çizgi çizgi boyadığımı; savaştan sonra geri dönüp eski haline getirmeye söz verdiğimi çünkü pervazın bu haliyle çok berbat göründüğünü söylediğimi net olarak hatırladığımı anlatırken annem hayretten donakalmıştı. Annem bunlara inanmadı, ancak henüz fırsat bulup da dolaşamadığımız yatak odasını kendi gözleriye görürse tüm bu anlattıklarıma inanabileceğini söyledi. Ben ise kendimi anılara kaptırmıştım; burasının evim olduğunu ve bunca zaman sonra evime geri döndüğümü tekrarlamayı sürdürdüm.

Yatak odasına gittiğimizde eskiliğinden dolayı berbat şekilde çatlamış ve dökülmüş olan pencere pervazının çiğ mavi ve beyaz boyayla yol yol boyanmış olduğunu gören annem şaşkınlıktan sapsarı kesildi. Ben de sapsarı olmuştum, çünkü artık son anılarımı da hatırlamaya başlamıştım:
“İkinci Dünya Savaşı zamanıydı, anneciğim. Ve sen, o zaman annem değildin. Kahverengi-yeşil renkli, yünlü bir üniforma ile uzun, kahverengi botlar ve servis tabağı şeklinde bir miğfer giymiştim. Avrupa’da bir yerde, siperin içinde, rutubetli ve gri bir günde öldüğümü hatırlıyorum… Galiba, ben bu eve hiçbir zaman geri dönmedim…”
O zamana kadar asla tekrardoğuşa inanmamıştım. Sanırım en iyisi Stevens Point Halk Kütüphanesine gitmek ve o tarihlerde kim olduğumu, en azından adımın ne olduğunu bulmak olacak.

İnternetteki sayfalardan çeviren: Hamide Gökpınar