Biraz da Mitoloji

Eski Çağlarda Üçüncü Tiple Karşılaşma

Jean-Luc Berault

Mitolojiyi doğru dürüst değerlendirmeyi biliyor muyuz dersiniz? İşte orası şüpheli. Asırlar boyunca mitler hep, gerçeğin saf ve sade bir ifadesi olarak telakki edilmiştir. Ama daha sonraları, Hristiyanlığın da etkisiyle, bu mitlere, semavi kitaba henüz nail olamamış insanların uydurduğu putperest masalları gözüyle bakılmaya başlanmıştır. Akılcılık akımının (rasyonalizm) gelişiminden sonra ise, tamamen sahte damgasını yemişler ve şairlere, süslü mısralar düzme imkanını sunan şeyler haline dönüştürülmüşlerdir.

Fakat bugün, bu konuda değişik bir anlayış vücut bulmuş durumdadır. Dilerseniz, konunun tanınmış uzmanlarından biri olan Mircea Eliade’ı birlikte dinleyelim: “Yarım asırdan fazla bir zamandan beri Batılı bilim adamları, mit konusunu, 19. asırdakine zıt bir anlayışla ele almaktadırlar; yani selefleri gibi, ‘masal’ (fabl), ‘uydurma’ (invention), ‘düşsel yaratı’ (fiction) anlamlarında değil, aksine, eski çağlardaki toplumların benimsediği anlamda ele almaktadırlar; o çağlarda mitler, ‘gerçeğin hikayesi’ olarak kabul edilmekteydiler ve ayrıca kutsal, ibret verici ve manidar oluşlarıyla da büyük bir değer taşımaktaydılar.”

MİTLER ve YİTİP GİTMİŞ UYGARLIKLAR

Mitler, ender olarak da, özel bir biçimde mütalaa edilmişlerdir. Örneğin, Freud’a göre, şuuraltından kaynaklanmış birer hayal ürünü; Jung’a göre, ilk örneklerin (archètype) ifadesi; Claude Levi Strauss’a göre ise, çok eski toplumlardaki organizasyonun kompleks yapılarındaki düğüm noktalarından ibaret şeylerdir. Çok daha ender olarak da, Alan Landsburg veya Ivar Lissnar gibi kişiler tarafından, yitip gitmiş uygarlıkların sırlarını ortaya koyan belgeler olarak kabul edilmişlerdir.

Reel olgulardan yararlanarak teoriler oluşturmak üzere bilginler, yıllar boyunca, sadece deneysel metoda başvurmuşlardır. Oysa yeni bir akımın mevcudiyeti de dikkati çekmektedir. Nobel Ödülü sahiplerinin çoğu, birkaç yıldan beridir, “ayıklayıp irdeleyerek reddedici varsayım” (hypothèse exclue) denen teoriyi benimser olmuşlardır. Bu teori, ustaca hazırlanmış varsayımları ele alıp, bunların kusurlarını su yüzüne çıkarmaktan ibarettir. Kusurları ortaya çıkarılamayan varsayımlar, kesin teyitleri yapılıncaya kadar, makul kabul edilmektedirler. Amerikalı tarihçi Mary Gotty-Beach, Thésée (Teze) ve Minotor mitlerinin böyle bir anlayışla ele alınıp okunmasını önermiştir; şüphesiz bu anlayış, önümüze, olağanüstü ufuklar serecektir.

Zeus ile Örop’un oğlu olan Minos, Ege’de büyük bir deniz imparatorluğunun temelini atmış, sarayını Girit’deki Cnossos’da (Knosos) inşa etmiş ve Yunan Adaları’nın büyük bir bölümüne oradan hükmetmiştir. Minos, Pasifae’nin kocası; Fedr, Ariyan, Androje ve Glekos’un da babasıdır.

Sarayında, Dedale (Dedal) adlı usta bir mimar ve makina uzmanı yaşamaktadır. Kollu matkap ile çekülün icadı ona mal edilmektedir.

Günlerden bir gün, gücü, genel görünüşü ve başındaki boynuz biçimli iki uzantısı nedeniyle, beyaz bir boğayı andıran masalsı bir yaratık Cnossos’a varır.
Bu yaratığın bir ilah olduğunu sanan Pasifae ona aşık olur ve ondan bir çocuk peydahlamaya karar verir. Yaratıkla zaten iyi ilişkiler içinde bulunan Dedal, kadının arzusu üzerine, onun yüzüne uyacak şekilde bir madeni örtü imal eder ve Pasifae de onu örtünür. Cinsel ilişki bu şartlar altında kurulur ve boğa başlı bir bebek dünyaya gelir; bu bebek şu meşhur Minotor’dan başkası değildir.

Minos, insan yanı pek az olan bu piçi öldürmez ve Dedal’in inşa ettiği acayip bir binaya, yani Labirent’e hapseder; bu binanın planını kimse bilmemektedir; bilinen, sadece dış dünyadan dizi dizi zigzaglar vasıtasıyla tecrit edilmiş olduğudur. Bir savaş sonrasında Minos, Atina’yı haraca bağlar. Anlaşma uyarınca bu Yunan kenti, Girit’e, her sekiz yılda bir, yedi delikanlı veya yedi genç kız yollamak zorundadır; bu gençler Minotor’a verilmektedir.

Karısı Pasifae’ye bu çirkin ilişkide yardım etmiş olan Dedal ile oğlu İkar da aynı Labirent’e hapsedilir. Ancak, Dedal ve oğlu, /imal etmeyi başardıkları kanatlar sayesinde kendilerini oradan kurtarırlar. Bilindiği gibi, İkar çok yükseklere çıkar ve kanatları güneşin etkisiyle eriyince de telef olup gider; babası ise Sicilya’ya ulaşmayı başarır.
Diğer yandan, Atina kralı Teze, ülkesini, maruz kaldığı o vahşiyane haraçtan kurtarmaya kararlıdır ve bu amaçla Girit’e çıkar ve Minos’un kızı olan Ariyan’ın da yardımıyla Labirent’in tuzaklarını bir bir aşar ve sonunda Minotor’u öldürür.

BEYAZ BOĞA UZAY YARATIĞI MIYDI?

Mary Gotty-Beach’e göre, bu mit, pekala, insanlarla dünya dışı yaratıkların yüz yüze gelişleri olayını anlatmata olabilir. Yine ona göre, Beyaz Boğa bir uzay yaratığıdır. Belki Minotor gerçekten de, Pasifae ile o acayip yaratığın ortak oğludur, ama, hayatını idame ettirsin diye kendisine, kraliçenin de tavassutuyla, Labirent’te oturma imkanı tanınmış bir uzay yolcusu olması da pekala mümkündür. Zeus’un kızı olduğu göz önünde tutulacak olursa, Pasifae’nin, dünya dışı kökenli olduğu da düşünülebilir.

İşin ilginç yanı, demektedir Gotty-Beach, haracın sekiz yılda bir alınışıdır. Bilindiği gibi, dolunay, sekiz yılda bir, yılın ya en kısa gününe ya da en uzun gününe rastlamaktadır.

Bir uzay aracının dünya atmosferine giriş çıkışı için en uygun günler, bu günlerdir şüphesiz. Dahası, Atinalı gençler Minotor tarafından öldürülmemişler, araca bilemediğimiz bir maksatla bindirilmişlerdir.
Girit tarihine ilişkin bir başka sır da, “Lineer B” diye anılan ve henüz tam anlamı ile şifresi çözülememiş olan arkaik yazı türünün içerdiği sırdır.

Uzun süre, mitolojik anlatılar ile eski destanların hiçbir tarihi değer taşımadıkları sanılmıştır. Arkeologlar bunlara bir nebzecik olsun önem vermeyi inatla reddetmişlerdir. İşte bunun içindir ki, keşfettikleri antik şehir kalıntıları onlara hiçbir zaman apaçık bir şey söylememişlerdir.

Helenik arkeolojinin uygun yola girmesi için, Heinrich Schliemann adlı bir amatörün müdahalesi şart olmuştur. Ticaret yoluyla servet edinmiş olan bu zatta, Yunan tarihine ve özellikle de Homeros’a karşı bir tutku başgöstermiştir. İlyada’da anlatılanların gerçek şeyler olduğuna kani olan Schliemann bu inançla Truva kentini aramaya koyulmuştur. Arkeologlarca öne sürülmüş olan görüşlerin aksine olarak, Homeros’un söz konusu ettiği yerlerde kazılar yapmış ve Kral Priam’ın o masalsı sarayını da, hazinesini de gün ışığına çıkarmayı başarmıştır; bu hazine halen Atina Müzesi’nde sergilenmektedir.

Girit Uygarlığı’nın gözler önüne seriliş olayını da yine bir amatöre borçluyuz. 1851 doğumlu bir İngiliz olan Arthur John Evans, oldukça maceralı geçen hayatı sırasında büyük bir mirasa konmuştur. Girit kökenli olup, Atina’da sergilenmekte olan acayip nitelikli buluntulara karşı içinde garip bir merak uyanan bu zat, 1893 yılından başlayıp öldüğü yıla kadar, yani 1941’e kadar varını yoğunu bu yola hasretmiştir.

Araştırmaları sırasında, Evans, Minos’un Cnossos’daki sarayını bulmuştur. Bulgular arasında onu en çok etkilemiş olan şey, üç tip alfabedir. En eski olan birinci tip, baş, el, yıldız, vs. gibi çeşit çeşit hiyerogliflerden oluşmaktadır. “Lineer A” denen ikinci tip ise, hiyerogliflerin sadeleştirilmiş halidir. Buna hemen hemen Girit’in her yanında rastlanmaktadır ve M.Ö. 1750 – 1450 yılları arasında kullanıldığı sanılmaktadır. Üçüncü tipe gelince, bu, 1400’de hizmete sokulmuştur. İlk iki alfabeden kaynaklandığı ihtimalinden harekete geçerek, bu üçüncü tip alfabenin şifresini çözmeye çalışan dilcilerin tümü başarısızlığa uğramıştır. Birkaç bölümü, o da ana hatlarıyla olmak kaydıyla, ancak 1952 yılında Michael Ventris tarafından tercüme edilebilmiştir.

” Lineer B” denen bu alfabe iki ana özellik arz etmektedir: Birincisi, bunun izlerine ancak Cnossos kraliyet sarayının kütüphanesindeki tabletlerde rastlanmış olmasıdır; ikincisi ise, her türlü tercüme denemelerinden, bu yazıların, sadece, çeşitli ürünlere ait listeleri içermekte olduklarının anlaşılmasıdır.

ÇOK ACAYİP LİNEER ALFABELER

Birden ortaya çıkıp, sonra birden kayboluvermiş olan “Lineer B”, bir bilmece oluşturmaktadır, tıpkı Paskalya Adası’nda ve İndüs Vadisi’nde bulunmuş olan diğer yazı tipleri gibi.

” Yazının kutsal kökeni” konulu bir araştırmamda, şuradan buradan toplanmış olan ve yazının insanlara, melekler veya ilahlar tarafından öğretildiği izlenimini veren birçok efsaneyi gözler önüne sermiş ve de bu doğaüstü yaratıkların pekala uzaylı seyyahlar olabileceklerini vurgulamıştım.

Kökenleri bir türlü saptanamamış olan Giritçe, Etrüskçe, Fenikece ve İskandinavca gibi dillere ait bazı lineer alfabeler şaşılacak derecede “optik okuma” harflerine benzemektedirler; bugün çeklerde, kredi kartlarında ve elektronik hesaplarına ait program föylerinde kullanılan harfler nasıl fotoelektrik sistemler yardımıyla okunabiliyorlarsa, yukarıda sözünü ettiğimiz dillere ait harfler de muhtemelen benzer metotlarla okunmaktaydılar .
Belki bu, insana, çok cüretkarca bir varsayım gibi gözükmektedir, ama “Lineer B”nin, dünyalılara, Minos ile ilişki kurmuş olan, hem de araçlarının bilgisayarlarında kullanılan optik okumalı yazı aracılığıyla ilişki kurmuş olan uzaylılar tarafından öğretilmiş bir alfabe olması ihtimali de bir yana atılmamalıdır elbette. Gerçi bu alfabe sadece nesne listeleri hazırlamada kullanılmıştır, ama uzaylılarca sayımı yapılmış olan dünyaya ait örneklerin envanterini yapmaya mahsus olduğu da bir gerçektir.

Şu halde, Minotor mitinin özel açıklaması şöyledir: Minos ile ilişkiye geçip Girit’i üs olarak kullanmış olan uzaylılar, aralarından birini, yani Yunanlılar’ın ödünü patlatmış olan şu meşhur Minotor’u dünyada bırakmışlardır; o da, yaşaması için gerekli her şeyi içeren bu binada, yani Labirent’te yaşamaya başlamıştır. Ve bir gün Thésée, bir savaş hilesine başvurmak suretiyle, belki de insanlığı farklı bir güzergaha sokabilecek nitelikteki bu “üçüncü tiple ilişkiye” son vermiştir.

Çeviren: Yavuz KESKİN