Genetik Araştırmalar

Genetik Araştırmalar Bizi Nereye Götürüyor?

Fadime Emir-

GİRİŞ

Geçmişe doğru yolculuk yapsaydık ve çok ötelere değil sadece 48 yıl önceye gidip akademik eğitimliler de dahil, çeşitli meslek gruplarına mensup insanlara “DNA veya RNA nedir?” diye sorsaydık hiçbir yanıt alamazdık. Çünkü insanlık, bu kavramlardan habersizdi. O yıllarda, DNA ve RNA hakkında, çok az da olsa bir şeyler söyleyebilecek sadece iki kişi vardı yeryüzünde. Bu kişiler, daha sonra da değineceğimiz gibi James Watson ve Francis Crick’ti. Oysa bugün, bu moleküller hakkında inanılmaz bir bilgi birikimiyle karşı karşıyayız. Nelerden oluştuğunu, yeteneklerinin neler olduğunu, fiziksel varlığımızın oluşumunda ne gibi roller oynadığını bir parça biliyoruz. Canlıların genlerine, insan eliyle yapılan genetik müdahalelerin insanlığımızı nereye götürebileceğini tartışıyoruz. Genetik gelişme ve uygulamaların doğurabileceği etik kaygılar ve spiritüel yorumları üzerinde konuşabiliyoruz. Genetik alanındaki gelişmeler sonucunda pek çoğumuzun zihninde oluşan bazı soru ve kaygıları şöyle özetleyebiliriz:

-İnsan genlerine yapılan genetik müdahaleler insan türünü yozlaştırabilir veya yok edebilir mi? 
-Transgenetik yollarla üretilmiş bitkisel ve hayvansal besinler insan sağlığını bozar mı?
-Bitki ve hayvanlara yapılan genetik aşılamalar o türlerin yok olmasına neden olabilir mi?
-Biyolojik silah olarak kullanılmak üzere, genetik özellikleri değiştirilerek üretilen virüsler ve bakterilerin kontrolü elden çıkabilir mi?
İsterseniz şimdi, biyolojide devrim niteliğinde olan “Genetik Bilgi’nin” edinilme serüvenine ve bugünkü gelinen noktalara bir göz atalım.

NÜKLEİK ASİTLERİN KEŞFİ

Friedrich Miescher; 1869 yılında akyuvarlarda ve sombalığı spermlerinde fosfor, karbon, hidrojen, oksijen ve azot içeren yeni bir organik bileşik keşfetti ve bunlara çekirdek asitleri ismini verdi. Sonraları, nükleik asitler denen bu maddelerin, DNA ve RNA denilen iki çeşidinin bulunduğu anlaşıldı. 
DNA’nın moleküler özelliği, 1953’de, James Watson ve Francis Crick tarafından açıklandı. Watson ve Crick, bu çalışmalarından ötürü, nobel tıp ödülü kazandılar.
DNA molekülleri; mitokondrilerde, kloroplastlarda ve çekirdekte bulunur. Çekirdek içinde bulunan DNA’lar, o canlının kalıtsal yani fiziksel özelliklerini oluşturur.
DNA’yı oluşturacak temel birimler, nükleotit denilen moleküllerdir. Dört çeşit nükleotit vardır ve bunlar; adenin, timin, sitozin ve guanin olarak adlandırılır. Nükleotitler baş harfleriyle (A, T, S, G) sembolize edilir. DNA bu dört çeşit nükleotidin dizilimiyle oluşan bir moleküldür. Bir nükleotit ise; fosfat + deoksiriboz şeker+ azotlu organik bazın birleşmesiyle oluşur.
Hücre bölüneceği zaman eşlenen ve kendi kopyalarını oluşturan DNA’lar kısalıp kalınlaşarak kromozom şeklini alır. Yani bir DNA demek bir kromozom demektir. Farklı türlerin DNA molekül uzunlukları, kromozom sayısı farklı olabilir. Örneğin insanın tek bir vücut hücresinde 46 kromozom, bal arısında 32 kromozom, sirke sineğinde 8 kromozom vardır. 
Farklı canlıların kromozom sayısı aynı olsa bile, DNA’larının nükleotit dizilimleri farklıdır.
Tek yumurta ikizleri veya bir tek hücreden eşeysiz üremeyle oluşmuş canlılar hariç, kardeş bile olsalar, her bireyin DNA nükleotit dizilimleri farklıdır. 
DNA molekülü çifte sarmal zincirlidir. DNA’yı bir merdivene benzetirsek bu merdiven çeşitli yerlerden spiral yapacak şekilde kıvrılarak döner. Birinci zincirde adenin nükleotiti varsa karşısına timin nükleotiti, sitozin varsa guanin nükleotiti gelir. Yani A ile T, S ile G eşleşir. Her iki zincirin ortasındaki zayıf hidrojen bağları, enerjetik çekim kuvveti olup, molekülün çözülmesini önler.

GEN NEDİR?

Bir DNA molekülünde yüzbinlerce nükleotit bulunur. DNA’nın belli bölgelerine ise “gen” adı verilir. Tek bir DNA molekülünde birçok gen vardır. Genler arasında ise, yine nükleotitlerden oluşan ve genleri ayıran bölgeler bulunur. En küçük genin 300 nükleotitli, en büyük genin 18.000 nükleotitli olduğu kabul edilmektedir. Genlerin tümüne ise Genom denir.
Genom, her hücrenin çekirdeğindeki DNA’ların toplamıdır. Genom, bir bilgisayar disketinin rolünü üstlenmiştir. İnsanın bir hücresindeki 46 DNA’nın toplam uzunluğu, 1.5 metre kadardır. 
Yeryüzündeki canlıların büyük çoğunluğunun ortak ve farklı genleri vardır. Bunların nedenlerine daha sonra değineceğiz.

GEN’LERİN KALITIMI NASIL OLUR?

Genlerin kuşaktan kuşağa kalıtımı üreme yoluyla olur. Doğada, eşeysiz ve eşeyli üreyen türler vardır. İnsan eşeyli üreyen bir türdür. İnsanın yumurtası, döllenmediği sürece bir birey meydana getirmez. İnsanın yumurta ve sperminde 23’er kromozom bulunur. Sperm yumurtayı döllerken çekirdeğini ve sentrozomunu yumurtanın içine gönderir. Sperm ve yumurta çekirdeğinin kaynaşmasıyla, döllenmiş yumurta dediğimiz zigot oluşur. Zigot, anne ve babadan eşit sayıda kromozom, dolayısıyla eşit sayıda gen almış olur. İnsan türünün gen sayısı tam olarak bilinmemekte 30 bin ila 40 bin olduğu tahmin edilmektedir.
Zigotta; anne ve babadan gelen ve yan yana duran kromozomlar, anne ve babadan gelen genleri de yan yana getirmiş olur. O halde zigotta, her karekterin oluşması için en az iki gen bulunur. İki tane göz geni, iki tane saç geni gibi. Zigot, potansiyel olarak tam bir vücut oluşturacak genetik kodlara sahiptir.

ZİGOT NASIL ÇOĞALARAK BEDENİ MEYDANA GETİRİR?

Tek bir hücre olan zigot, beslenip büyüdükçe mitoz denilen hücre bölünmeleri ile sayısını artırır. Mitoz bölünme ise DNA’ların eşlenmesiyle ve hücrelere eşit dağılmasıyla gerçekleşir. Yani mitoz ile oluşan hücreler birbirinin genetik kopyasıdır. Bu şekilde çoğalan hücreler embriyoyu oluşturur. 
Yani tüm vücut hücrelerimiz tek bir zigottan oluşmuştur ve aynı genlere sahiptir. Embriyonun oluşması için bu hücrelerin farklı farklı doku, organ ve sistemlere dönüşmesi gerekir. Tüm genleri aynı olan hücrelerde tüm genler aktif olsaydı, deri, kas, sinir hücresi gibi farklılaşmalar olmazdı. Bu nedenle genleri aynı olan hücrelerde farklı farklı genler baskılanır. Baskılanan gen pasif olarak durur ama iş görmez. Böylece aktif genleri farklı olan doku hücreleri organ ve sistemleri oluşturur. 
Yani bir deri hücresinde sinir, kas, karaciğer hücrelerinde iş gören genler de vardır, fakat aktif değildir. Kısaca her parçada bütünün bilgisi saklıdır. Her hücrede o insan vücudunun tümünü oluşturacak genetik ilke gizlenmiştir. Öyleyse, bir arkadaşımızın bir tek deri hücresinin çekirdek DNA’sından, o arkadaşımızın beden kopyası elde edilebilir! Daha sonra değineceğimiz kopyalama ve klonlama tekniğine bu bilgiden ulaşılmıştır. 
Aktif genleri farklı olan her hücre, kendindeki aktif genlerin şifresi doğrultusunda farklı farklı protein çeşitleri sentezletmeye başlar. Proteinlerin bir kısmı hücre elemanlarının yapımında görev alır. Bir kısmı enzimleri oluşturur. Bir kısmı hormon olarak çalışır. Bir kısmı ise, göz rengi, saç rengi, kan grubu, ten rengi gibi kalıtsal özelliklerimizin oluşmasını sağlar. Yani yeşil gözlü insanın göz rengi proteini ile siyah gözlü insanın göz rengi proteini farklıdır. İşte bu nedenle birbirimizden farklılaşırız. 
Yani görünürdeki farklılığımızın nedeni protein farklılığı, onun da altında yatan neden DNA’daki bazı genlerin nükleotit dizilimlerinin farklılığıdır. Öyleyse yeşil göz rengini belirleyen genin nükleotid dizilimi değiştirilerek siyah göz geni oluşturulabilir. Nitekim mutasyon dediğimiz olay zaten bu değişimi yapmaktadır. Ama mutasyonlar her zaman iyi sayılacak bir değişime neden olmaz. Sağlamlık genini hastalık genine de dönüştürebilir. Bu nedenle sağlam bir çiftin hasta çocukları da olabilir.
X ışını, kimyasal maddeler, ultraviyole ışını, vücut ısısının yükselmesi, radyasyon vs. mutant etkenlerdir. Mutasyon; DNA eşlenirken meydana gelen dizilim değişmeleri şeklinde olabilir. Kromozom sayısının artıp azalması dolayısıyla gen sayısının artıp azalması şeklinde olabilir. Örneğin mongol bireylerde 46 değil 47 koromozom vardır. Olumlu, olumsuz ve nötr mutasyonların olduğu bilinmektedir.

HÜCRELER NELERDEN OLUŞUR?

Hücreler; şeker, yağ, vitamin, mineral ve protein çeşitlerinden oluşur. Hücreleri farklı farklı kılan, onları farklı maddelere duyarlı veya duyarsız kılan temel etken protein çeşitlerinin farklılığıdır. Bunun nedeni ise az önce bahsettiğimiz gen’lere dayanır. O halde, Dünya üzerinde bulunan canlılar, genetik yapıları ve protein çeşitleri nedeniyle, fiziksel olarak birbirinden farklılaşmış olur. Her hücre canlı kaldığı sürece protein sentezler. 
Özetle, canlılardaki ‘gen’ denilen temel birimler, sentezlettikleri proteinler ile özelliklerimizi belirler. Her birey sahip olduğu genlerini anne ve babasından alır. Atalarından gelen genlerin sentezlettiği proteinler; o canlının kan grubunu, göz rengini, ten rengini, saç rengini vs. belirler. Bazı genler ise canlının sağlam mı yoksa belli hastalıkların taşıyıcısı mı olacağını, hasta veya sakat mı olacağını belirler. Mesela huntingtin adı verilen gen, mutasyona uğrayarak beyinde anormal protein birikimlerine yol açar. Bunun sonucunda ortaya çıkan sinir dejenerasyonu ölüme neden olur. Hastalıkların veya karakterlerin ortaya çıkmasında hem kalıtsal etkenlerin hem psikolojik etkenlerin hem de çevresel etkenlerin rolü olduğu savunulmaktadır. 
Bilim adamları, teknolojideki gelişmelerden faydalanarak gen teknolojisi diye bir teknoloji geliştirmişler ve insan türü ile çeşitli bitki ve hayvan türlerinin gen haritalarını çıkarmaya soyunmuşlardır. İnsanın gen haritasının çıkarılması çalışmalarına “İnsan Genom Projesi” denilmiştir.

GENOM PROJESİNİN TARİHÇESİ

1970’li yıllarda, Amerikalı araştırmacılardan oluşan bir ekip, hayvan ya da insan geninin bir bakteri aracılığıyla çoğaltılmasına olanak sağlayan bir teknik geliştirdiklerini duyurur.
Amerikalı ekibin yaptığı şey şudur: İnsan DNA’sının bir kısmını bir bakteriye veya maya mantarına enjekte ederler. Bakteri veya mantar çoğalırken kendi DNA’sına bağlanmış olan insan DNA’sı da çoğalır. Böylece birkaç saatte, hem insan geni hem de insan geninin bakteriye sentezlettiği proteinlerden çok miktarda elde edilmiş olur. 
Daha sonraki yıllarda doğrudan doğruya insan hücreleri üzerinde de çalışılabilecek yöntemler geliştirilir. Örneğin, gönüllü insanların verdiği kan hücrelerini, -175 derecedeki sıvı azotun içinde dondururlar. Sıvı azottan çıkarılan hücreler, 37 dereceli ortamlara alındığında yeniden çoğalmaya başlar. Böylece stokladıkları hücreler ile rahatça çalışma fırsatı bulurlar.
Bu sayede, istenen genlerin veya DNA parçalarının istenilen miktarlarına ulaşılabilir olması, genetik araştırmasında yepyeni ufuklar açar. Ve tıp alanında doğrudan DNA üzerinde çalışılabileceği, yani moleküler biyoloji olarak adlandırılan şeyin yapılabileceği düşüncesi doğmaya başlar. 
1984’de ise, Daniel Cohen ve Jean Dausset’in fikir birliğiyle, kısa adı CEPH olan, “İnsan Polimorfizmi Araştırma Merkezi” Fransa’da kurulur. Amaç, insanın kromozomları üzerinde bulunan tüm gen çeşitlerinin nükleotit dizilimini, genlerin kromozomlar üzerindeki yerlerini, hangi genlerin kaçıncı kromozomun kaçıncı bölgesinde bulunduğunu saptamaktır. Kısaca insanın genetik haritasını çıkarmaktır. 1990 yılında ise Uluslararası bir organizasyon olan “Uluslararası Genom Projesi” çalışmaları başlar. Amerika, İngiltere, Fransa, Japonya, Çin dahil bugün 18 ülkedeki resmi ve özel araştırmacıların ortak çalışmaları bu proje kapsamında yürütülmektedir.
Proje kapsamında çalışan bilim adamlarının öncelikli hedefleri DNA dizilimini deşifre etmektir. Sonraki hedef, hangi genin nerede olduğunu bulmaktır. Daha sonraki hedefleri ise hastalık genlerinin, mutasyonla oluşan bozuk genlerin, yumurta veya spermlerden ya da zigotlardan çıkartılarak, onların yerine sağlam genler aşılayıp daha sağlıklı nesillerin gelişmesini sağlamak, yeni yeni tedavi teknikleri geliştirmektir.
Uluslararası Genom Projesi’ne rakip olan Celera Genomics adlı şirket ise, 1998 yılında Craig Venter tarafından kuruldu. Gen avcısı olarak adlandırılan Venter, genetik araştırmalara tamamen ticari yönden bakmakta ve bulduğu her yeni genin patentini almakta ve bunda haklı olduğunu savunmaktadır. Venter ve ekibi, insan gen haritasını, Uluslararası Proje’den daha önce tamamlayacaklarını duyurmaktadırlar. Venter’ın patent alma hırsı ve olaya olan ticari yaklaşımı, daha şimdiden pek çok sağ duyulu bilim adamını dehşete düşürmektedir.
Günümüzde, insan genomunun %98-99’unun tesbit edildiği, sistik fibroz ve huntington hastalığı gibi kimi hastalıkları oluşturan genlerin saptandığı bilinmektedir. En geç bir-iki yıl içinde projenin tamamlanacağı tahmin edilmektedir.
İnsan Genom Projesi tamamlandığında, yeni bilimsel ve teknolojik gelişmelere kapı açacağı, tıp pratiğini geliştireceği, yeni üretim alanları açacağı düşünülüyor. Bitki ve hayvan hastalıklarıyla ilgili daha geniş kapsamlı iyileştirme süreçlerinin başlayacağı, verim artırıcı müdahaleler yapılabileceği savunuluyor. Nesli tükenmekte olan bitki ve hayvan türlerinin çoğaltılacağı düşünülüyor.
Bugün insan gen ürünlerinden insülin, interferon, inderlökin gibi maddeler, insan genleri aşılanmış (transgenetik) bakterilere sentezletilebilmektedir. Yani, rekombinant DNA teknolojisi ile çeşitli ürünler elde edilebilmektedir.
Tanınan her yeni gene bir sağaltım bulunması için, beş ila yirmi yıllık biyolojik ve tıbbi araştırmanın gerekeceği düşünülüyor. Her insanın, on beş ya da yirmi patolojik genin sağlam taşıyıcısı olduğu zannediliyor. Sağaltıcı tıbbın 2020 yılından itibaren yepyeni bir yola gireceği hesap ediliyor. Klonlama yöntemleriyle, yepyeni tedavi süreçlerinin başlayabileceği savunuluyor.

KLONLAMA NEDİR?

Klonlama, laboratuvar şartlarında yapılan bir dizi çalışmalar ile, bir bireyin kopyalarını üretme yöntemi olarak özetlenebilir.
1997 yılının Şubat ayında, İskoçya’da Edinburg yakınlarındaki Roslin Enstitüsü’nden Ian Wilmut ve arkadaşları, dişi bir koyundan kopyalamış oldukları Dolly adlı kuzunun doğduğunu açıklamışlardı. Dolly, dolayısıyla da klonlama teknolojisi, dünya gündemine bomba gibi düşmüştü. Dolly’nin oluşmasını, yetişkin bir canlıdan alınan herhangi bir bedensel hücrenin kullanılmasıyla canlının “genetik ikizi”nin yaratılması olarak tanımlayabiliriz. Bu yönteme “bedensel hücre çekirdek transferi” deniyor. 
Dolly’nin klonlanarak üretilmesini sağlayan yöntem şöyle: Yetişkin bir koyunun meme bezi hücresi alınıp çekirdeği çıkarılıyor. Bu çekirdek, dişi bir koyundan alınan çekirdeği çıkarılmış bir yumurtaya aktarılıyor. Böylece bir koyun yumurtasına bir başka koyunun vücut hücresinin çekirdeği aşılanıyor. Vücut hücresi çekirdeği taşıyan yumurta, laboratuvarda, uygun şartlarda mitoz ile çoğalmaya bırakılıyor. Çoğalan bu hücrelerden bazıları dişi bir koyunun rahmine yerleştiriliyor. Sonuçta gebelik başarılı olursa klonlama ile yaratılmış bir canlı doğuyor ve bu canlı çekirdek DNA’sı alınmış atasının genetik kopyası oluyor. Aslında mitokondri DNA’ları ise yumurtadan, dolayısıyla bir başka koyundan geldiği için, %100 birbirinin kopyası olmayan iki canlı söz konusu oluyor. Yani Dolly, çekirdek DNA’sı yönünden koyun A’nın, mitokondri DNA’sı yönünden koyun B’nın klonu olmuş oluyor.
Daha sonraları bu yöntemi uygulayan bilim adamları; fare, inek, keçi ve maymun kopyalamayı başarmışlar.
Bu arada Dolly iki kez doğum yaptı ve çok hızlı yaşlandığı görüldü. Çünkü, kromozomlarının ucunda bulunan ve telomer denilen bölgelerin normaldan daha kısa olduğu anlaşıldı. Dolly’nin klonlandığı verici hücrenin yetişkin bir koyundan alınması bu durumu açıklıyor. Bu bulgu, Dolly’nin daha çabuk yaşlanacağı ve erken öleceğini öngörüyor. Telomerler, her hücre bölünmesinde biraz kısalır. Dolly’nin kromozomlarını aldığı koyun, belli bir yaşta olduğu için hücrelerin daha önceki bölünmelerinde telomerleri kısalmış durumdadır. 
Klonlama tekniklerinden biri de “Embriyo Bölme” olarak adlandırılıyor. Oregon Health Sciences Üniversitesi’nden Prof. Gerald Schatten yönetimindeki ekip bu yöntemle bir maymun geliştirmişler ve Tetra adını vermişler. Bu yöntem, aslında tek yumurta ikizlerinin oluşmasını sağlayan yöntemle aynıdır.
Embriyo Bölme yöntemi şöyle: Normal bir yumurta, sperm ile döllendiriliyor. Gelişmeye bırakılan zigottan çoğalan hücreler 4 gruba ayrılıyor ve her grup hücre, farklı bir dişi maymuna aşılanıyor. Özdeş hücreleri farklı farklı maymunlara aşılamalarının nedeni, aşılama yapılan hücrelerin tutunamama riskinin olması. Bu şekilde dört maymuna yapılan aşılamalardan biri başarılı olup maymun geliştiriliyor. Diğer üçünün aşılaması başarısız oluyor. Aslında, Dolly’nin üreticileri de, bedensel hücre transferi sayesinde, 29 hücre elde edip 29 koyuna aşılama yapmışlar. Bu aşılamalardan sadece bir tanesi başarılı olup Dolly’nin gelişmesini sağlamış. Diğerleri ziyan olmuş.
Embriyo bölme yönteminin etik açıdan sakıncası, bir bireyin birçok kopyasının yaratılabileceği. Genetik olarak birbirinin aynı olan, istenilen sayıda maymunun veya başka bir canlının farklı annelerden doğabileceği. Schatten ise, amaçlarının insan hastalıklarını iyileştirebilmek için yeni terapiler geliştirebilmek olduğunu söylüyor. Dr. Jerry Hall ise, embriyo bölme tekniğini insan embriyosuna uyguladığını, ancak klonladığı insan embriyolarını etik kaygılar yüzünden imha ettiğini söylüyor.
Pek çok ülkede klonlama, özellikle de insan klonlamayla ilgili yasalar ve yasaklar konulmaya çalışıldı ya da konuldu. Patent hakkı verilmeli mi, verilmemeli mi? İnsan klonlansın mı, klonlanmasın mı? Böyle giderse dünyadaki çeşitlilik azalmaz mı? Bu şekildeki uygulamalar ile genetik kastlar yaratılmaz mı? gibi pek çok tartışma yapıldı ve hala yapılmakta.
Bugün hemen hemen herkesin üzerinde birleştiği konu şu: Klonlama ile hücre ve doku naklinde kullanılacak malzemeler üretilebilsin, klonlama sadece tedavi amaçlı kullanılsın. Herhangi bir nedenle kaybedilmiş doku ve organların yerine, klonlama yoluyla yenileri üretilebilsin. Kök hücre transferi için klonlamadan faydalanılsın…
Bildiğimiz gibi rastgele doku ve organ nakli yapılamıyor. Alıcı ve vericinin doku veya organlarının proteinlerinin uyumlu olması gerekiyor. Eğer uyumluluk olmazsa, alıcı insanın bağışıklık sistemi, aşılanan dokudaki yabancı proteinlere karşı antikor üretip o dokuyu vücuttan atıyor yani transfer başarısız oluyor. Araştırmacılar, laboratuvarda kültürleme yoluyla oluşturulmuş embriyolardan dokular ve organlar üretmeyi amaçlıyor. 
Uluslararası Genom Projesi’ne bir başka rakip ise özel sektörden geliyor. İnsan genom projesini daha önce tamamlamayı hedef alan özel şirketlerden biri olan Geron adlı Amerikan şirketi, Dolly’nin yaratıcılarınca kurulmuş olan Roslin-Bio-Med şirketini satın alarak hedefine daha çabuk ulaşmayı planlıyor. Bu şirketin hedeflerinden biri ise, “Embriyonik Kök Hücreler” yoluyla, merkezi sinir sistemi çökertilmiş embriyolardan dokular, organlar çoğaltmak. Nitekim Geron adına çalışan iki bilim adamı, 1998 yılında, birbirinden bağımsız olarak, insanlara ait embriyonik kök hücreleri izole ettiklerini açıkladılar. O halde kök hücre nedir? Özellikleri nelerdir? Biraz da buna göz atalım.

KÖK HÜCRE

Kök hücrelerini, mitoz bölünme ile çoğaldıkça, farklı farklı hücrelere ve dokulara dönüşebilecek potansiyeli olan, farklılaşmamış hücreler olarak tanımlayabiliriz.
Daha önce de söylediğimiz gibi zigot, mitoz bölünme ile çoğaldıkça yeni hücreler oluşturur. Oluşan hücrelerin bir kısmı gen aktivitesindeki farklılaşma ile embriyoyu oluşturacak dokulara dönüşürken, bir kısmı farklılaşmadan yani zigotun kopyası olarak kalır. İşte farklılaşmadan kalan bu hücrelere kök hücreler denir. Kök hücrelerin her biri, bütün bir organizma oluşturma veya belli bir yönde uyarılırsa bir doku veya organ oluşturma potansiyeline sahiptir. 
Kimi kök hücreleri, yetişkin organizmalarda da bulunur. En çok bilinenleri kemik iliğinde bulunan kök hücreleridir. Özellikle kan kanserlerinin tedavisinde uzun süreden beri, kök hücre transferi yani kemik iliği nakli yapılmaktadır. Doku proteinleri aynı olan iki insanın birinden alınan kemik iliği, kanserli insana aşılandığında, iliğin içinde bulunan kök hücreleri, aşılandığı yerde çoğalıp akyuvarlara dönüşerek, yani akyuvar üreterek kanserli insanın iyileşmesine neden olmaktadır.
Geçen aylarda, insanın sinir sisteminde de kök hücreler bulunduğunu duyuran makaleler yayınlandı. Ancak, bir kök hücresinin hangi yöntemle tetiklenerek, sinir hücresine veya karaciğer hücresine nasıl dönüştürülebileceği henüz bilinmemektedir. Yani, kök hücrelerin aktarılacağı bölgedeki hücrelere nasıl dönüşeceğinin bilinmesi gerekmektedir. Bu yüzden, dünyanın dört bir tarafındaki tıp laboratuvarlarında bu sinyallerin anlaşılması ve kök hücrelerden, farklı farklı dokuların, organların üretilmesi için çalışmalar sürmektedir.
Bu teknik ile soyu tükenmekte olan hayvanların da soylarının tükenmesinin önleneceğini savunan bilim adamları var. Ancak şöyle de bir karşıt görüş var: Soyu tükenmekte olan hayvanların, laboratuvarda kullanılacak yumurta sayısı da doğal olarak azalmış olacaktır. Örneğin, Dolly’nin oluşturulması sırasında dişi koyunlara 29 embriyo yerleştirilmiş ve bunlardan bir tanesi gelişerek Dolly’yi oluşturmuş dolayısıyla geri kalan 28 yumurta ziyan olmuştur. O halde bu yöntemler, yumurta ziyanını artıracak ve nesli tükenmekte olan hayvanların çoğaltılmasına katkıda bulunmayacaktır.
Nesli tükenmekte olan türlerin yumurtasını ziyan etmemek için, başka türlerin yumurtasının kullanılıp kullanılamayacağı da araştırılmıştır. Bir grup bilim adamı, domuz, fare, koyun ve maymun gibi hayvanların deri hücrelerinden alınan hücre çekirdeklerini inek yumurta hücresine aktarmışlar ve embriyoların, test tüplerinde araştırmanın sonuna kadar gelişmelerini normal olarak sürdürdüklerini gözlemişlerdir. Adı açıklanmayan bir grup Japon bilim adamı ise, aynı yöntemi kullanarak, insan hücre çekirdeğini inek yumurtasına nakletmişler ve gelişmeye başlayan embriyoyu yasal sınırlamalar ve etik kaygılar nedeniyle imha ettiklerini duyurmuşlar ve soruşturma geçirmişlerdir.

KÖK HÜCRELERİN TEDAVİDE KULLANIMI

Kök hücrelerin tedavide kullanılabilmesi ile, Alzheimer ve Parkinson hastalığı gibi pek çok hastalığın iyileştirilebileceği savunuluyor. Bunun için, hastadan alınan sağlam bir hücrenin çekirdeği çıkarılıp, çekirdeği çıkarılmış insan yumurta hücresine aşılanacak. Bundan birkaç gün sonra kültür tabağındaki embriyonik kök hücreler izole edilecek. Bu hücrelerin beyin hücrelerine nasıl dönüştürüleceği de bilinirse, kök hücre hastanın sinir sistemine yerleştirilecek. Böylece dışarıdan aşılanan kök hücre ile yeni yeni sinir hücreleri yapılıp, alzheimer gibi hastalıklar tedavi edilmiş olacak.

GEN TRAPİSİ NEDİR?

Genetik bir bozukluktan dolayı bazı maddelerin sentezlenememesi nedeniyle oluşan hastalıklar vardır. Örneğin, şeker hastalarının pankreası insülin hormonu üretemez veya az üretir. Bu gibi hastalıkların tedavisinde gen nakli yoluyla tedavi yapılabiliyorsa buna “Gen Terapisi” deniyor. Gen terapisinde genellikle bir virüs taşıyıcı olarak kullanılıyor. İnsanda hastalık yapmayan bir virüs türünün DNA’sına insülin hormonu sentezletecek gen aşılanıyor. Daha sonra bu virüsün, pankreas hücrelerine girmesi sağlanıyor. Virüs DNA’sı, içine girdiği hücrenin DNA’sına bağlanıyor. Böylece hasta kişiye dışarıdan bir gen transferi sağlanıyor ve transfer edilen gen insülin hormonu sentezletmeye başlıyor. Hasta, insülin bağımlılığından kurtuluyor. Gen terapisi; bazı kanser vakalarında ve bazı hastalıklarda çok yaygın olmamakla birlikte kullanılmaktadır.
Bu durumda bazı bilim adamları kaygılarını şöyle dile getiriyor. ”Eğer hastalıklar gen terapisiyle iyileştirilebilirse hastalığın çevresel etkenleri pek çok kişi için önemini yitirir ki, bu durum hepimize çok fazla, tahmin edemeyeceğimiz boyutlarda zarar verir. Evet, gen terapisi yapılmalıdır; ama olumsuz çevresel etkenlerle, tüm canlıları tehdit eden ekolojik kirlilikle, doğal dengeyi bozucu etkenler ile de mücadele etmeliyiz ve çevreyi de iyileştirmeliyiz.”

KLİNİK GENETİK

Klinik genetik çalışmaları, hamilelik sırasındaki embriyonun kalıtım yapısını irdelemeyi hedefliyor. Bu alanda yapılan bazı uygulamalar var. Örneğin, gebeliğin erken döneminde embriyonun içinde geliştiği amnion sıvısından örnek alınıyor. O sıvıda bulunan embriyo hücreleri özel boyalarla boyanıp kromozom sayısının normal olup olmadığı anlaşılıyor. 45 veya 47, 48 kromozomlu yani kromozom anomalili doğacak olan çocukların, ebeveynlerinin de izni olursa doğmaları önleniyor. 
Daha ilerideki hedefler arasında kromozom sayısı normal bile olsa o kromozomlarda bulunan hastalık yapıcı genlerin ayıklanıp yerine yenilerinin aşılanması, transfer edilmesi bulunuyor. Böylece kas erimesi, hemofili, renk körlüğü, albino gibi pek çok genetik hastalığın gelecek kuşaklara aktarılması önlenmek isteniyor. Henüz bu türlü çalışmalar için yeterli teknik imkanlar mevcut değil. 
Ayrıca bu konuda da çeşitli kaygılar var. Örneğin, erkek egemen toplumlarda dişi zigotların istenmemesi söz konusu olabilir, bu ise nüfus dengesini bozar deniyor. Ayrıca sipariş üzerine istenilen özellikte çocuklar geliştirilebilir bu da ayrımcılığa neden olur deniyor. Parası olanların öncelikle yararlanacağı düşünüldüğü için toplumda yeni sınıfların, genetik kastların yaratılacağı savunuluyor. Hatta bu şekilde olan bireylerin, normal yolla gelişen bireyleri aşağılayacağı, hor göreceği, onları köle gibi kullanabileceği de kaygılar arasında.
Bu nedenle klinik genetiğin ve uygulamalarının amacı; genomun iyileştirilmesi değil, hastalığın önlenmesi ya da düzeltilmesi olmalı deniyor. Ayrıca genetik taramalar nedeniyle genetik eğilim ve özellikleri bilinen bireylerin, bu özelliklerinin hükümetlere, sigorta şirketlerine bildirilmesi yasaklanmalı deniyor. Örneğin 1970’li yıllarda ABD’deki sağlık sigortası şirketlerinin zencileri sigortalamadan önce akdeniz anemisi testinden geçirme zorunluluğu varmış. Test pozitif çıkarsa sigorta kapsamına o hastalık alınmıyormuş veya kişi sigortalanmıyormuş. Bugün de kimileri, gen araştırmalarının tedavideki yararları için olmaktan çok, sağlık sigortası şirketleri ve işverenler tarafından ayrımcılık yapmak üzere kullanılacağından korkuyor. Nitekim Amerika’daki bazı işverenlerin; işe almada veya işten çıkarmada el altından yaptırdığı gen analizlerini kullandığı savunuluyor.

GEN MÜHENDİSLİĞİ VE ETİK KAYGILAR

Projenin olumlu kazançları ise şu şekilde sıralanmış:
1- Genetik yapımızı kontrol etme yeteneği sağlayacak.

2-Yepyeni tedavi olanakları geliştirilebilecek.

3-Madde bağımlılığı, alkolizm, evsizlik ve suça yatkınlık gibi toplumsal sorunlara yardım edilebilecek.

4-İnsan davranışlarının genetik kökeni daha iyi bilinecek, eğilimler önceden tahmin edilebilecek ve düzenleyici önlemler alınabilecek.

5- Şizofreni, manik-depresyon, alkolizm, madde bağımlılığı gibi durumların genetik kökenli olduğu anlaşılırsa, bu tür hastalıklara hem daha iyi tanı koyulacak, hem de hastalar ve aileleri toplumca daha hoşgörülü karşılanacak. Özellikle ABD’de; alkolizm, şizofreni, manik-depresyon, suça yatkınlık gibi özelliklerin genetik temellerinin araştırılmasına önemli miktarlarda para harcanıyor.
Öte yandan, insan gen haritasının çıkarılması için sürdürülen yarış bazı temel korkuları körüklüyor. Bu korkuların nedenlerinden biri, haritayı kısa süre içinde tamamlayacağını iddia eden, Mayıs 1998’de, Craig Venter tarafından kurulan Celera Genomics adlı Amerikan şirketinin, uluslararası olarak yürütülen projeden önce, kendilerinin projeyi tamamlayıp haritadaki “özel genlerin” patentini alacağını duyurması ve patent tartışmalarının hala netlik kazanmaması.
Eğer bu ve benzeri şirketler patent alırsa, ellerindeki bilgiyi; ırk, etnik özellik, cinsiyet, milliyet gibi ayrımcılığı körükleyecek şekilde kullanabilirler. İnsanlar, günün birinde, yumurta ve spermin genetik planının düzeltilerek üstün özellikli ya da savaşçı insanlar yaratılması olasılığını rahat karşılamıyor. İşverenler, sigorta şirketleri, bu yeni bilgilerden yararlanmak isteyeceklerdir. Risk altındaki kişilerin davranışları bile bozulabilir deniyor.
Popüler bilim dergileri ise karakterlerimizin oluşması üzerinde “kalıtım mı yoksa çevre mi?” sorusunun anlamsız olduğunu, insan davranışlarının pek çok yönünü genlerin belirlediğini yani genetik determinizmin geçerli olduğunu savunuyor. Bu durum pek çok insana Nazi Almanyası’nı hatırlatıyor. Bu yaklaşım “eugenics”in geri dönüşü olarak adlandırılıyor. Hitler zamanında da uygulaması yapılmış eugenics yönteminde de amaç, insan türünün soya çekim yoluyla ıslahına çalışma ve üstün ırk yaratmadır. Bunlar, karakterlerin sadece genler tarafından belirlendiğine inanıyor. Karşıtları ise, karakterlerin oluşmasında sadece genlerin değil, çevre, toplum, aile, eğitim gibi çeşitli etkenlerin de rolü olduğunu savunuyor. 
Genetik determinizme inanmayan John Hogan şunları söylüyor. “Medya çarpıcı sonuçları olan raporlara geniş yer verirken, çeşitli raporlara yer vermiyor. Örneğin, alkolizm geninin bulunduğu haberi geniş yer bulurken, bu konudaki karşıt ya da çelişkili sonuçları gösteren başka araştırmaların adı bile anılmayabiliyor. Bunun sonucunda, geçerliliği şüpheli kimi bulguların toplum ve hatta uzmanlar tarafından kabul edildiği görülebiliyor.”
Örneğin, 1960’larda yapılan bir araştırmada, hapisanelerde normal erkeklerden daha çok XYY koromozomlu erkeklerin bulunduğu saptanmış. Buradan hareketle fazladan bir Y koromozomu taşıyan erkeklerin daha saldırgan ve suça yatkın olduğuna kanaat getirilmiş. Oysa 1993 yılında ABD Ulusal Bilimler Akademisi, fazladan Y kromozomuyla saldırgan davranışlar arasında bir bağlantı olmadığını açıklayan bir rapor yayımlamış. Bu erkeklerin, öteki erkeklerden biraz daha uzun boylu ve zeka testlerinde biraz daha düşük puanlar almalarının dışında başka açılardan tamamen normal olduklarını açıklamış.
İnsan genom projesi “kalıtım mı çevre mi?” tartışmasını sona erdirmeyi amaçlıyor. Elbette ki sağlıklılığın ve hasta olmanın, ruh varlığının kendi seçimi olabileceği yani işin bir de ruhsal yanı olabileceği dikkate bile alınmıyor. Olay, sadece materyalist bir çerçevede tamamen maddesel karakterde irdeleniyor. Genetik çeşitliliğin, çeşitli ruhsal ihtiyaçların giderilmesine hizmet edebileceği ise hiç düşünülmüyor. Varlıkların, genetik çeşitlilik sayesinde dinamik bir düzeni yarattığı ve canlı organizmaların yaşamlarını sürdürebilmelerini sağlayan şeyin, farklılıkların birlikte yaşaması olduğu gözden kaçırılıyor. Örneğin, Daniel Cohen şöyle diyor: “Farklılık, türün devamı için zorunludur. Hepimiz farklı olduğumuz için hala buradayız. Burada olmamı, benim gibi olmamış ama belki de benim bizzat dayanamayacak olduğum bir saldırıda sağ kalmış olan ötekilere borçluyum. Doğada saf soy yoktur. Olsaydı, hayatta kalamazdı. Laboratuvarda yaratılan hiçbir saf soy yaşatılamamıştır.”

GENETİK MÜHENDİSLİĞİ İLE ÜRETİLEN BİYOTEKNOLOJİ ÜRÜNLERİ

İnsana ait bazı genler, bakteri, mantar gibi bazı canlılara transfer edilir. İnsan geni taşıyan canlı, insan genlerinin sentezlettiği maddelerden sürekli olarak üretir. İşte başka canlılara üretilen bu tip maddelere biyoteknoloji ürünleri denir.
L-tryptophan, uykusuzluk ve depresyon tedavisi için satılan doğal bir ürünken tüketimi güvenliymiş. Ancak, bir Japon firması ürünü genetik mühendislik yoluyla başka canlılarda üretmeye başlamış. Bu maddenin genetik olarak değiştirilmiş versiyonunu tüketen düzinelerce kişi ölmüş ve yüzlercesi ciddi olarak hastalanmış. İngiltere’de genetik mühendisliği ile üretilen insülin, bazı kullanıcılarda şuur kaybına ve bayılmalara neden olmuş. 
ABD hükümeti adına çalışan bilim adamları normalden büyük bir domuz yaratmak ümidiyle insan büyüme genlerini domuzların daimi genetik kodlarının içine yerleştirmişler. Daha fazla büyümek yerine, mafsal iltihaplı, eğik bacaklı ve şaşı gözlü bir domuz doğmuş. Genetik olarak değiştirilmiş gıdalar yüzünden allerji vakalarında hızlı bir artış başlamış. Yakında ABD ve İngiltere’de genetik olarak değiştirilmiş domates, bira mayası, mısır ve soya fasulyesi vs. piyasaya sürülecekmiş. Belki de yakında doğal ürün bulmak imkansız hale gelecek.

RUHÇULUK AÇISINDAN CANLILIK NEDİR?

Bütün bu gelişmeler karşısında şimdi de dilerseniz konuyu biraz da ruhsal perspektiften bakarak gözden geçirelim.
Dünyamız, ruh varlıklarının şuur enerjileri ile, bir bedeni etkisi altına alarak tekamülünü sürdürdüğü okullardan biridir. Fizik bedenin canlılığını oluşturan ve sürdüren, DNA’yı yöneterek beden üzerinde etkinlik gösteren şuur enerjisidir. 
Tüm canlı varlıkların ortak genleri vardır, tüm canlı sistemler ortak ilke ve prensipleri kullanır ve bu ortaklık bir tesadüf değildir. Böyle ortak dizilere sahip olan genler, her canlıda aynı temel fonksiyonu yerine getirir. Örneğin, virüsler hariç tüm canlılarda protein sentezleten, DNA’yı eşlendiren, oksijenli solunum yaptıran enzimleri sentezleten genler ortaktır. 
Yani bir bakteri ile bir insan hücresi ortak genleri sayesinde oksijenli solunum yapıp ATP üretirken aynı prensipten yararlanır. DNA, bir yerde bazı ilke ve prensiplerin ortaya çıkmasını sağlayan bir moleküldür. O DNA’yı seçen, yönlendiren, gerektiğinde değiştirebilen ise şuur enerjisinin ta kendisidir.
İsterseniz evrimsel süreçte deyin, isterseniz zaman zaman türlerin genotiplerine yapılan kozmik aşılamalar ile deyin, sonuçta dünyamızdaki organizmaların bazı ortak genleri vardır. Görünürde farklı farklı türler olsalar da sahip oldukları bu ortak genler sayesinde dünya üzerindeki canlılıklarını devam ettirebilmekte ve tecrübelerini, tekamüllerini sürdürmektedirler. Bu dünyada yaşamış ve yaşamakta olan türlerin oluşumu rastgele değildir. Her oluşum, her organizasyon bizim kavrayamayacağımız, daha yüksek seviyeli organizasyonların ürünüdür. 
Örneğin, kuantum fiziğindeki gelişmeler, ışık hızının üç yüz kat aşıldığı haberleri insanlığı yepyeni sorgulamalara itmektedir. Işık hızının üç yüz kat aşıldığı doğruysa uzmanların da dediği gibi, şu an kabul edilen tüm fizik yasalarının yeniden gözden geçirilmesi gerekecektir. İşte o zaman telepati, durugörü, dedubluman, mekansızlık, duruişiti, medyomluk gibi pek çok duyular dışı yetenek bilim tarafından da kabul görmüş olacaktır.

SONUÇ

Tıbbi ve biyolojik alanlardakiler de dahil, her yeni teknik ilerleme insanlığa hem yeni kolaylıklar hem de yeni sorunlar getirir. Her sorunun çok yönlü olduğunun bilincinde olmamız gerekir. Bilgiyi elinde tutanlar, bu bilgiyle kendi erklerini sağlamlaştırmak yerine, o bilgiden başkalarını da yararlandırmak zorundadır.
Genom Projesi biten binyıl ile yeni bin yılı birbirine bağlayan bir köprü konumundadır. Eski bin yılın son bilimsel devrimi, yeni bin yılın ise ilk bilimsel devrimi olmaya en güçlü adaylardan biri olan Genom projesi bizi nereye götürmektedir?
Ruhsal bilgiler açısından söyleyecek olursak; insanlık yüzlerce yıldır sürdürdüğü bu devrenin sonlarında, gösterdiği gelişme ve cehit gereği, genetik bilgisini kullanmayı hak etmiştir. Kuantum fiziğindeki gelişmeler sayesinde ise maddenin en ince özelliklerini açıklamaya başlamıştır. Genetik alandaki gelişmeler ile; beden yapılarına müdahale edebilme, fizik beden üzerinde değişiklikler yapabilme aşamasına gelmiştir. 
Geçmişte de Atlantis ırkının elde ettiği ama olumlu yönde kullanamadığı ve kendi sonlarını hazırlayan genetik bilgiler, bu devre insanlığı tarafından yeniden elde edilmiştir. Dünya insanlığının önünde, son derece önemli bir sınav durmaktadır. Bu sınav, edindiği bilgileri ne yönde kullanacağını gösterme sınavıdır, liyakat sınavıdır. 
Atlantisliler, çeşitli türlerden gen transferleriyle çok çeşitli görünümlerde bedenler imal etmiş ve imal ettikleri bedenli varlıkları köle olarak kullanmayı seçmişlerdir. Bu devrenin insanlığı, Dünya okulunun geleceğinin ne yönde olacağının belirlenmesi açısından çok önemli bir dönemeçtedir. Gelecek henüz şekillenmemiş olup tüm insanlığın göstereceği şuur gelişimine göre biçim alacaktır. Genetik bilgilerin varlıklara hizmet amacıyla kullanılması çok önemlidir. Aksi takdirde türlerin genotipleri yozlaşacak ve her türün genotipine insan eliyle yapılan müdahaleler, o türün genleri arasındaki çok ince tertipteki bütünselliği bozacaktır.
Genetik bütünselliğin insan eliyle bozulması türlerin genotiplerinin yozlaşmasına, dejenerasyonuna neden olacak ve bir yerde insanlık kendi sonunu hazırlamış olacaktır. Yok eğer bu bilgiler sadece genotipin iyileştirilmesi ve daha sağlıklı bedenlere sahip çocukların geliştirilmesine hizmet ederse elbette ki daha farklı bir sonuçla karşılaşılacaktır. Sonucun dejenerasyona mı rejenerasyona mı neden olacağı, çok önemli bir sınavın önümüzde durmakta olduğunu göstermektedir.
Materyalistlerin savunduğu gibi, tüm özelliklerimizin sadece genler tarafından oluşturulduğunu öne sürmek ve ruhsal yanımızı göz ardı etmek doğru mudur? Bizim bozuk dediğimiz genler, belki de o genleri taşıyan bedeni şuurlu olarak seçen bir ruh varlığının, kendi gelişimi için gerekli olan unsurlar olamaz mı? Varlık seçme özgürlüğünü kullanarak, bozuk gen taşıyan bir bedeni etkisi altına alıp tecrübelerini zenginleştirmek isteyemez mi?
Ruhsal bilgilere göre, canlı ve cansız dediğimiz her şey, bir ve tek olan şuurun saçaklanmasıyla oluşmuştur. Kuantum fiziğinin de ortaya koyduğu gibi, maddeler de şuurludur; ancak maddeyi kullanan, yönlendiren, idare eden ruh varlıklarının şuur enerjisidir. Bizler, DNA denilen, çok yüksek ve ince tertipteki şuur enerjisi ile yönlendirilebilen maddeyi kullanarak bedenimizi idare ediyoruz. Bizler ruhsal yönden nasıl bir DNA kullanmaya ihtiyaç duyuyorsak DNA’mızı şuur kudretimiz nispetinde değiştirip ayarlayabiliyoruz. Madde itaat eden ruh varlığı ise etken olan güçtür. Varlık ruhsal yönden geliştikçe maddeyi de geliştirir. Böylece geliştirdiği maddelerden kendi ruhsal gelişimine hizmet edecek olan yeni maddi bedenleri kurabilir. 
O halde ruhsal gelişimimiz ne kadar önemliyse maddenin geliştirilmesi de o kadar önemlidir. Bu nedenle Dünya Ana’mızın maddesini tahrip etmeye, dejenere etmeye hiç hakkımız yok. Bilgilendikçe, varlığın da, maddenin de, hem çok kıymetli hem de ancak birlikte gelişim gösteren unsurlar olduğunu anlıyoruz. Gelecekte de bu Dünya’ya yeniden doğabileceğimiz olasılığını unutmadan, geleceğimizin şekillenmesinde bu günkü tavırlarımızın da rolü olduğunun bilincinde olarak, duyarlılığımızı artırmak, pozitif tavır ve davranışlarımızla yapabileceklerimizi esirgemememiz lazım. Gerisini bekleyip göreceğiz.

Yararlanılan Kaynaklar:
Genel Biyoloji, Milli Eğitim Bakanlığı,
Claude A. Vıllee
Umudun Genleri, Daniel Cohen
Tübitak, Bilim ve Teknik Dergileri, sayı:390, 391, 393
Cumhuriyet, Bilim Teknik Dergileri, sayı: 668, 676, 683, 694, 714, 715
Tufan Öncesi Atlantis, Edgar Cayce, Ruh ve Madde Yayınları
Sadıklar Planı Ruhsal Tebliğleri, Ruh ve Madde Yayınları