Hiyeratik Şehirlerin Görkemi

Hiyeratik Şehirlerin Görkemi 

Joseph Campbell-

Dünya üzerindeki bütün ileri kültürleri doğuran, Yakın Doğu’daki tarıma dayalı uygarlığın gelişiminin dördüncü aşaması yaklaşık M.Ö. 3500’lerde gerçekleşmiştir. Bundan beş yüz yıl kadar önce, M.O. 4000 yılında (bu tarih, Eski Ahit’teki Tekvin kitabına göre dünyanın yaratıldığı tarihtir) birkaç neolitik köy, Pazar kasabalarına özgü boyutları ve görevleri benimsediler ve dahası, Mezopotamya’nın çamur düzlüklerinin güneyindeki kalkolitik kültür bölgelerinde bir genişleme oluşmuştu. Bu dönem, gerçekten büyük ve gizemini hala sürdüren Sümer ırkının, sıcak iklimli Dicle ve Fırat deltalarında M.Ö. 3500 yılından itibaren Ur, Kiş, Lagaş, Eridu, Sippar, Şuruppak, Nippur ve Erek şehirleri olarak anılacak bölgeleri inşa etmek için tarih sahnesine çıktıkları dönemdir. Bu topraklarda doğal kaynak olarak sadece çamur ve kamış bulunuyordu.

Odunun ve taşın kuzeyden getirilmesi gerekiyordu. Ancak, çamur verimliydi ve verimlilik her yıl yenileniyordu. Ayrıca, çamur güneşte kurutulmak suretiyle tapınak inşasında kullanılabilecek tuğlalara dönüştürülüyordu; tapınaklar dünya tarihinde ilk defa ortaya çıkıyordu. İlk başta ziggurat şekilliydiler; çok yüksek olmayan, insan eliyle oluşturulmuş, toprak tanrıçası ile bir gök tanrısının dünyayı oluşturan birlikteliğine adanan ayinleri için biri badet bölümü barındıran bir yapıya sahiptiler. Ve bu devri takip eden yüzyılların bizes ağladığı kanıtlardan yararlanarak o dönemde her şehrin prensesi veya kraliçesinin tanrıça, kralının ise tanrı yakıştırması aldığı sonucuna varılabilir.

Milattan önce dördüncü bin yıl süresince, bu kasabalardaki tapınaklar önem ve büyüklük açısından gelişme gösterdiler, bu büyüyen topluluklar için dinsel ve politik merkezler olmalarının yanı sıra, ekonomik merkez kimliğini de kazandılar. Ve sonrasında, şu anda hemen hemen kesin olarak M.Ö. 3200 olarak belirlenen bir tarihte (Uruk B olarak bilinen arkeolojik katmanın dönemi), bu küçük Sümer çamur bahçesinde sanki küçük şehirlerinin çiçekleri birden bire açmışlar gibi dünyanın ileri uygarlıklarının temelini oluşturan kültürel sendrom ortaya çıktı. Burada benim izlediğim, gelişimin dördüncü ve en ileriye götüren aşamasıdır ve buna hiyeratik şehir devleti adı verilebilir.

Ama şimdi, kısa bir tekrarlama için duralım: Natufyanların proto-neolitik dönemini, tahıl tarımının yeni yeni başladığı M.Ö 9000 yılı olarak tanımladık; aseramik, seramik ve ilk kalkolitik köylerin temel neolitik dönemini, çoktan yapılanmış bir köylü sınıfının ana tanrıçasının ilk dramatik ortaya çıkışının gerçekleştiği M.Ö.7500-4500 yılı olarak tanımladık; Halaf ve Samarra’nın üstüne resimler işlenmiş eşyaların ileri neolitik dönemini (orta ve ileri kalkolitik), geometri olarak düzenlenmiş estetik bölgenin kuramsal tasarımlarının ilk ortaya çıktığı ve ileri neolitik Pazar kasabalarında tapınak kulelerinin yükselmeye başladığı M.Ö. 4500-3200 yılları olarak tanımladık ve şimdi, en sonunda, coğrafi olarak kesinlikle Dicle ve Fırat
nehirlerinin Basra Körfezine döküldüğü bu noktada, muhteşem kültür çiçeğinin hiyeratik şehir devleti olarak görkemle açtığı, çağ açan bir tarih olan M.Ö. 3200 yılına geliyoruz.

Şimdi tüm şehir (yalnızca tapmak çevresi değil) ilahi düzenin dünyadaki bir temsili olarak kurulmuştur: evrenin makrokozmosuyla bireyin mikrokozmosu arasında yer alan bir sosyolojik orta kozmos veya mezokozmos. Esas şeklini, yerel inanışlara göre ay veya güneş olarak merkezde duran kral, sarayın kutsal bölgeleri ve ziggurat çevresindeki bir mandala gibi iş gören, duvarla çevrelenmiş bir şehir ve matematiğe dayalı takvim, ayrıca, güneşin ve ayın yıldızların arasından geçmelerine bağlı olarak şehir yaşamının mevsimlerinin düzenlenmesi, tören sanatlarının gittikçe gelişen bir sistemi ve buna ekolarak gökteki kürelerin armonisinin insan kulaklarınca işitilebilecek bir forma indirgenmesi sanatı. Bu dönem, yazı sanatının ilk ortaya çıktığı zamandır ve yazıyla belgelenmiş tarihin başlangıcıdır. Bu dönemde tekerlek ilk kez ortaya çıkar. Uygar dünyada hala kullanılmakta olan iki nümerik sistemin de o dönemlerde geliştirildiğine dair kanıtlara sahibiz, bu sistemler onluk ve altmışlık sistemlerdir; ilk sistem, vergi yerine alman tahılın depolandığı tapınak bölümlerindeki bürolarda hesaplamalarda kullanılıyordu, İkincisi ise uzay ve zamanın ayinsel ölçümlerinde kullanılıyordu; üç yüz altmış derece hala bir dairenin çevresini temsil etmektedir: buna uzayın mandalası denilebilir. Üç yüz altmış gün artı beş ise zamanın mandalasını yani bir yıl çevrimini ifade eder. Ve bu eklenen beş gün şölen ve bayram günleridir çünkü bu ek günler, ruhsal enerjinin sonsuzluğun pleromasından* zaman küresine doğru içinden geçip aktığı açıklığı simgeler ve dolayısıyla zamansal mandalada dünya ve cennet güçlerinin birleştiği, tapınağın kutsal bölgesi olan mekansal mandalanın merkezindeki mistik noktaya karşılık gelir. Tapınak kulenin bir pusulanın dört noktasına göre yönlendirilmiş olan dört kenarı, pleromanın enerjisinin zamana girdiği bu beşinci noktada buluşurlar ve böylece,yine üç yüz altmış sayısına eklenen beş sayısını sonsuzluğun zaman içindeki mevcudiyetini sembolize etmesi için kullanıyoruz.

Bu tapınak kule ve onu çevreleyen, içindeki herkesin ilahi plana sadık kalarak rolünü yerine getirdiği hiyeratik düzenlenmiş küçük şehir Hindu-Budist inanışında tasvir edilen
Sumeru Dağında veya Meru Dağında,Yunanlılar’ın Olimpos’unda ve Aztekler’in Güneş Tapınaklarının yanı sıra Columbus’un aradığı Dante’nin Dünyevi Cennetinde ve ortaç ağdaki cennet kavramının gelişmesini sağlayan İncil’deki hesaplamalara göre tam da ilk Sümer kasabalarının ortaya çıktığı M.Ö. 4004 yılında yaratılan Aden cennetinde de rastlaması mümkün olan cennetin bir modelidir.

Kısaca, mezokozmos olarak veya ilahi düzenin sosyolojik taklidi olarak tasarlanmış hiyeratik şehir devletleri düşüncesinin şüphe götürmez bir üslupla, M.Ö. 3200 yıllarında küçük Sümer şehirlerinde ortaya çıktığını ve erken Neolitik dönem tarafından aydınlatılan yollar doğrultusunda doğuya ve batıya doğru yayıldığını söyleyebiliriz. Bu muhteşem, hayat
düzenleyen prensipler ve fikirler bütünü, ki bu düşünceler arasında yazı, matematik, takvimsel astronomi de yer almaktadır, Nil’e ulaştı ve yaklaşık M.Ö. 2800 yılında ilk Mısır Hanedanlığı’nın kurulmasına ilham kaynağı oldu; Girit’e ve diğer tarafta da Indüs Vadisi’ne yaklaşık M.Ö. 2600 yılında ulaştı;Shang China’yaM.Ö. 1500 yılında ve Pasifik yoluyla Çin’den Peru’ya ve Orta Amerika’ya muhtemelen M.Ö. 1000 gibi yakın bir zamanda ulaştı. İşte bu yüzden bizler, şu anda gösterilen ve kanıtlanan, dünyanın bütün ileri uygarlıklarının sadece mitolojik ilham kaynaklı tek ve muhteşem bir monadın çeşitlemeleri ve gelişmiş halleri olduğu gerçeğini ve insan ırkının tarih ve tarih öncesi dönemlerinin bir milyon yedi yüz elli bin yılı kapladığını düşünerek bu monadın Mezopotamya’nın çamur evlerinde ve sazlıklarında daha beş bin yıl önce can bulduğunu kabul etmeliyiz.

Eğer bu Monad kavramının anlamını kelimelere dökecek olursak, insanın evren adlı organizmada işleyen bir organ olarak düşünüldüğü bu kavramın anlamı ya da niteliği öyle büyük bir şiddetle fark edilmiştir ki, koordine edebilen bir ilke için belirlenen psikolojik gereksinim yani farklılaşmış sosyal bir vücudun parçalarını birbiriyle düzen içinde olan bir ilişki haline sokmak ve aynı anda bu oyunu daha yüksek, her şeye nüfuz eden, her şeyi birbirinden haberdar kılan yüce bir ilke veya enerjinin de oyunun içinde olduğuna dair bu çok derinden hissedilen psikolojik ve sosyolojik gereksinim M.Ö. dördüncü bin yıl içinde takımyıldızları arkalarına almış güneş, ay ve gözle görülebilen beş gezegenin düzenli dairesel dansının benimsenmesiyle yerine getirilmiştir. Ve bu ilahi düzen, dünyadaki bütün uygarlıklar ve filozoflar için kaderin vahyinin bir modeli olacaktı. Eflatun’un sözleriyle : “içimizdeki ilahi kısma yakın olan hareketler, evrenin düşünceleri ve döngüleridir; bu yüzden her insan bunları takip etmelidir ve doğum sırasında bozulan bu devirlerin, dünya düzeninin ve değişimlerinin bilinmesinin öğrenilmesiyle zihinde düzeltmesiyle birlikte, zeki kısmı eski doğasına bağlı olarak zekanın sezdiği o benzerliğe geri getirebilir, böylece şu an ve gelecek zaman için tanrılar tarafından insanların önüne konmuş olan hayatı en iyi şekilde yaşamaya hak kazanabilir.” Bu düzen için Mısır’da kullanılan terim Ma’at idi.

Hindistan’da ise Dharma adını alır, Çin’de ise Tao. Ve şimdi bu evrensel düzen tasarımından kaynaklanan tüm bu mitlerin ve ayinlerin anlamını tek bir cümle ile vermek gerekirse, bunların insanların ilahi düzene uyum sağlamalarına yardımcı olan yapılandırın etkenler olduklarını söyleyebiliriz.

Mitler ve ayinler bir mezokozmos oluştururlar: arada bulunan, bireyin mikrokozmosunun evrenin makrokozmosuyla ilişkisinin kurulduğu orta kozmos. Ve bu mezokozmos yaşayan bir ikon, şiir, ilahi, çamurdan ve sazdan yapılma, etten ve kandan oluşma, rüyalardan imal edilmiş hiyeratik şehir devletinin sanatsal forma sokulmuş vücut bileşiminin genel durumunu yansıtır. Dünyadaki yaşam, insan vücudunda neredeyse mükemmele yakın bir şekilde, neredeyse tamamen gizli ve hala keşfedilmemiş kürelerdeki o görkemli düzenin yansımasıdır. Bu görkemli mezokozmosu şehrin sosyolojik, orta kozmosu şekillendirir ve bu mezokozmosun örnekleri de ruhu şekillendirir. Sanat ve gelenek ruhu şekillendirir, sanat ayin olarak yaşar.

 

* Pleroma: Tezahür etmiş alcmlerikapsayan daha yüce ruhsal düzen.

 

Parabolü dergisinden çeviren: Sevinç Altındağ